Sinema tarihinin tozlu raflarını karıştırdığınızda, sanatın politikanın sert duvarlarına çarptığı, estetiğin ideolojiyle yoğrulduğu pek çok tuhaf hikâyeye rastlarsınız. Ancak dünya sinema literatüründe, 1985 yapımı Kuzey Kore canavar filmi Pulgasari’nin ardındaki üretim süreci kadar radikal, akılalmaz ve bir o kadar da trajik bir vakaya rastlamak neredeyse imkânsızdır. Soğuk Savaş’ın en dondurucu günlerinde Kuzey Kore topraklarında hayat bulan bu film, sadece bir "dev canavar" hikâyesi olmanın çok ötesine geçer. Pulgasari, totaliter bir rejimin sanatsal hırslarının, devlet eliyle yürütülen bir insan kaçırma operasyonunun ve belki de en önemlisi, selüloide ustalıkla gizlenmiş bir ideolojik direnişin en somut kanıtı olarak karşımızda durmaktadır.
Güney Kore sinemasının mimarı olarak kabul edilen Shin Sang-ok ve ünlü oyuncu Choi Eun-hee’nin, bizzat Kuzey Kore lideri Kim Jong-il’in emriyle kaçırılmasıyla başlayan bu karanlık süreç, sinemanın bir diktatörün elinde nasıl bir silaha, sanatçının elinde ise nasıl bir kaçış biletine dönüşebileceğini gözler önüne serer.

Bir Rejimin Sinematografik Halüsinasyonu
Kuzey Kore’nin 1970’li ve 80’li yıllardaki o boğucu kültürel atmosferini anlamadan, Pulgasari’nin neden var olduğunu kavramak pek mümkün değildir. Ülkenin o dönemki müstakbel lideri Kim Jong-il, iktidara giden yolda sinemayı en etkili politik araç olarak konumlandırmış ve kendisini bir "kültür mimarı" olarak hayal etmiştir. Hatta "Sinema Sanatı Üzerine" adlı teorik bir eser kaleme alarak devletin resmi estetik politikasını belirlemiş; yönetmenliği adeta askeri bir komutanlık gibi kurgulayarak sinemanın devrimci inşanın en güçlü silahı olduğunu savunmuştur.
Ancak Kim Jong-il’in teorideki bu mutlak hâkimiyeti, pratikteki sonuçlarla bir türlü örtüşmüyordu. Kişisel arşivinde, James Bond serisinden Rambo’ya kadar on binlerce Batı yapımı film bulunduğu iddia edilen Kim, kendi ülkesinin film endüstrisini son derece yetersiz buluyordu. Özellikle yerel yapımlarda sürekli karşısına çıkan o ağlama sahnelerinden duyduğu rahatsızlığı açıkça dile getiren lider, Kuzey Kore filmlerinin sadece iç tüketim için değil, uluslararası film festivallerinde de ses getirmesini arzuluyordu. Mevcut insan kaynağıyla bu vizyona ulaşamayacağını anladığında ise tarihin en cüretkâr ve karanlık "insan kaynakları" çözümünü devreye soktu.
Hong Kong Tuzağı ve İnsan Avı Operasyonu
Güney Koreli usta yönetmen Shin Sang-ok ve eski eşi Choi Eun-hee, Kim Jong-il’in bu küresel tanınma hırsı uğruna doğrudan hedef tahtasına oturtuldular. Takvimler 1978 yılını gösterdiğinde, önce Choi Eun-hee Hong Kong’da sahte bir film projesi vaadiyle bir tuzağa çekilerek kaçırıldı; kısa bir süre sonra onu aramaya gelen Shin Sang-ok da benzer bir akıbeti paylaştı. Shin, Kuzey Kore’deki ilk yıllarında defalarca kaçma girişiminde bulunduysa da bu çabaları ağır hapis şartlarıyla sonuçlandı. Nihayetinde hayatta kalabilmenin ve özgürlüğe giden yolu açmanın tek çaresinin, Kim Jong-il’in istediği filmleri yapmaktan geçtiğini kabullenmek zorunda kaldı.
Shin Films Stüdyosunun Yeniden Doğuşu
1983 yılına gelindiğinde Kim Jong-il, Shin ve Choi’yi bir araya getirerek onlardan dünyaya "kendi rızalarıyla iltica ettiklerini" açıklamalarını talep etti. Bu zorunlu beyanatın ardından "Shin Films" adıyla kurulan özel stüdyoda ikiliye adeta sınırsız bir bütçe ve yetki tanındı. 1984 ile 1986 yılları arasında, insanüstü bir tempoyla çalışarak iki buçuk yıldan az bir sürede Salt, Runaway ve Love, Love, My Love gibi, teknik açıdan mevcut Kuzey Kore standartlarının fersah fersah üzerinde olan tam 17 film tamamladılar. Özellikle Salt filminin Choi Eun-hee’ye Moskova Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandırması, Kim Jong-il’in uluslararası başarı hayalini gerçeğe dönüştürdü. İşte bu güven iklimi, Shin’e çok daha büyük ve riskli bir projenin, yani Pulgasari’nin kapılarını araladı.
Toho Stüdyoları İşbirliği ve Büyük Aldatmaca
Kim Jong-il’in Japon yapımı Godzilla serisine duyduğu hayranlık gizli değildi; bu yüzden Kuzey Kore’nin de kendine has, epik bir canavar filmine sahip olmasını istiyordu. Shin Sang-ok, ülkenin teknik altyapısının böyle devasa bir yapım için yetersiz olduğunu bildiğinden, Japon Toho stüdyolarının uzman ekibine ihtiyaç duydu. Ancak bu işbirliği bile devasa bir yalan üzerine inşa edildi. Godzilla kostümünün içindeki efsanevi aktör Kenpachiro Satsuma ve özel efekt ekibi, Çin ile ortak bir projede çalışacaklarını sanarak Pekin’e gittiler; ancak oradan "çekim yeri değişikliği" bahanesiyle Pyongyang’a götürüldüler.
Pasaportlarına el konulan Japon ekip, kendilerini dünyanın en kapalı ülkesinde birer tutsak olarak buldu. Satsuma anılarında, lüks villalarda ağırlandıklarını ve her türlü fiziksel ihtiyaçlarının karşılandığını, ancak her an gözetim altında tutulduklarını ve odalarının dinlendiğini dehşetle anlatır. Bir ekip üyesinin odasında yalnızken sadece Japon birası içmek istediğini mırıldanması üzerine, ertesi gün buzdolabında o birayı bulması, rejimin gözetim boyutunun ne kadar ürpertici olduğunu kanıtlayan küçük bir detaydır.
Set Arkasındaki Cehennem ve Lojistik Zorluklar
Çekim süreci hem Japon ekip hem de Shin Sang-ok için hem fiziksel hem de psikolojik bir dayanıklılık sınavına dönüştü. Filmin görkemli savaş sahneleri için Kim Jong-il, Kuzey Kore Halk Ordusu’ndan binlerce askeri figüran olarak setlere gönderdi. Set ortamı, bir film stüdyosundan ziyade disiplinli bir askeri tatbikat alanını andırıyordu. Binlerce askerin süngüleri ve silahlarıyla üzerine doğru koştuğu o kaos dolu sahnelerde, kostümün içindeki Satsuma defalarca ezilme tehlikesi atlattı.
Stüdyonun fiziki şartları da bir o kadar zordu; pencereleri bile olmayan binalarda dondurucu soğukla mücadele etmek zorunda kaldılar. Tüm bu imkânsızlıklara rağmen Shin Sang-ok, Kim Jong-il’in meşhur "Hız Savaşı" doktrini nedeniyle, normal şartlarda en az bir yılda tamamlanabilecek sahneleri birkaç ay içinde bitirmeye zorlanıyordu.
Pulgasari Filminin İdeolojik Sabotaj Analizi
Filmin senaryosu, feodal dönemde zalim bir kralın, halkın elindeki demirleri toplayıp silaha dönüştürmesine karşı başlayan bir isyanı odağına alır. Hapse atılan yaşlı bir demirci, pirinç lapasından küçük bir figür yapar; kızı Ami’nin kanıyla canlanan bu figür, demir yedikçe büyüyen devasa Pulgasari’ye dönüşür. Yüzeyden bakıldığında ezilen halkın feodalizme karşı zaferini anlatan ve dolayısıyla rejimin ideolojisine hizmet eder gibi görünen bu hikâye, Shin Sang-ok’un ustalığıyla aslında gizli bir sabotaja evrilmiştir.
Zira kral devrildikten sonra Pulgasari yok olmaz; aksine, durdurulamaz bir iştahla halkın elindeki tarım aletlerini ve tüm kaynaklarını talep etmeye başlar. Köylülerin kurtarıcısı olan o kahraman canavar, artık onların iliğini kemiğini sömüren doymak bilmez bir tirana dönüşmüştür. Birçok sinema kuramcısı, bu metaforun aslında doğrudan Kim Il-sung ve Kim Jong-il rejimini işaret ettiğini savunur. Bu, devrim iddiasıyla yola çıkan ama zamanla tüm ulusal kaynakları ağır sanayi ve silahlanma hırsıyla tüketen bir sistemin sanatsal eleştirisidir. Filmin finalinde Ami’nin kendisini feda ederek canavarı yok etmesi, rejimin ancak halkın uyanışı ve fedakârlığıyla içeriden çökertilebileceği mesajını taşımaktadır. Kim Jong-il filmi izlediğinde bu derin alt metni fark edememiş ve eseri çok beğenmiştir; bu durum, Shin’in bir sanatçı olarak kazandığı en büyük entelektüel zaferdir.
Viyana Kaçışı ve Filmin Yasaklanması
Pulgasari’nin tamamlanmasıyla birlikte Shin Sang-ok, bu başarının getirdiği güven kredisini son bir hamleyle kaçış fırsatına dönüştürdü. Kim Jong-il’i, filmin uluslararası dağıtımı ve yeni projeler için Viyana’ya gitmeleri gerektiğine ikna etmeyi başardı. 1986 yılında Viyana’da kaldıkları otelden gizlice ayrılan çift, bir aksiyon filmini aratmayan taksi kovalamacasının sonunda ABD Büyükelçiliği’ne sığınmayı başardı. Yanlarında, Kim Jong-il’in kaçırılma emrini bizzat itiraf ettiği o meşhur gizli ses kayıtlarını da götürmeleri, Kuzey Kore lideri için tam bir şok ve ihanet etkisi yarattı.
Filmin Mirası ve Tarihsel Sonuç
Kaçışın hemen ardından Pulgasari ve Shin’in Kuzey Kore’de çektiği diğer tüm yapımlar derhal yasaklandı, arşivlerin derinliklerine gömüldü ve yönetmenin adı resmi kayıtlardan silindi. Ancak film, yıllar sonra Japonya’da ve çeşitli uluslararası festivallerde tesadüfen gün yüzüne çıkarak kült bir statü kazandı.
1998 yılında Tokyo’da yapılan gösterimle dünya izleyicisiyle yeniden buluşan Pulgasari, hem o kendine has "komünist Godzilla" estetiğiyle hem de arkasındaki bu inanılmaz yaşanmışlık hikâyesiyle sinema tarihindeki yerini aldı. Pulgasari; bir diktatörün megalomanisinin, kaçırılmış bir sanatçının hayatta kalma mücadelesinin ve demir yiyen bir canavarın midesinde sindirilmeye çalışılan bir halkın trajedisinin selüloide kaydedilmiş en hüzünlü halidir. Sinema tarihinin bu en pahalı ve en tehlikeli "bağımsız" yapımı, sanatın en karanlık zindanlarda bile nasıl bir direniş biçimine dönüşebileceğinin en sarsıcı kanıtı olarak varlığını sürdürmektedir.