Spor dünyası, kendini adalet, eşitlik ve evrensel kuralların geçerli olduğu bir alan olarak sunar. Bu idealize edilmiş dünyada, oyunun kuralları herkes için aynıdır; bayrağa, milliyete veya siyasi güce bakılmaksızın uygulanır. Ancak 21. yüzyılın en göz önündeki iki uluslararası krizi, bu idealin ne kadar kırılgan ve seçici olduğunu acı bir şekilde ortaya koydu. Sahada iki farklı kural kitabının olduğu, birinin bazılarına uygulanırken diğerlerinin görmezden gelindiği bir gerçekle yüzleşiyoruz. Bu durum, sporun masumiyet perdesini yırtarak, arkasındaki derin siyasi ikiyüzlülüğü gözler önüne seriyor.

Bu çifte standardın en net örneği, Rusya ve İsrail'e gösterilen taban tabana zıt tepkilerde yatmaktadır. Rusya'nın 2022'de Ukrayna'yı işgali, uluslararası spor camiasında eşi benzeri görülmemiş bir hız ve kararlılıkla karşılık buldu. FIFA ve UEFA, işgalin başlamasından sadece dört gün sonra, tüm Rus milli takımlarını ve kulüplerini süresiz olarak bütün müsabakalardan men etti. Bu karar, "Ukrayna'da etkilenen tüm insanlarla tam dayanışma" ilkesine dayandırıldı ve barışın tesisi için atılmış bir adım olarak sunuldu. Polonya, İsveç, İngiltere gibi birçok ülke federasyonu, Rusya ile oynamayı reddederek bu kararın alınmasında öncü rol oynadı. Mesaj netti: Uluslararası hukukun bariz bir ihlali, spor sahasında tolere edilemezdi.

enter image description here

Ancak aynı spor kurumları, İsrail'in on yıllardır süren askeri işgali, yasadışı yerleşimleri ve en önemlisi, dünyanın en yüksek mahkemesi olan Uluslararası Adalet Divanı'nda (UAD) "inandırıcı" bulunan soykırım suçlamaları karşısında derin bir sessizliğe bürünmüş durumda. Bu eylemler, sürekli bir "meşru müdafaa" anlatısı arkasına gizlenmeye çalışılsa da, bu yazının ilerleyen bölümlerinde de ispatlanacağı gibi, bu anlatı on yıllardır süren yayılmacı bir projenin perdesinden başka bir şey değildir. Filistinli sporcular öldürülürken, stadyumlar yıkılırken ve uluslararası hukuk her gün ayaklar altına alınırken, İsrail takımları Avrupa'nın en prestijli turnuvalarında, UEFA Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi'nde hiçbir engelle karşılaşmadan oynamaya devam ediyor. Bu durum, sadece bir tutarsızlık değil, aklın ve vicdanın sınırlarını zorlayan bir "saçmalık" olarak karşımıza çıkıyor.

Bu yazı, tam da bu saçmalığı delillendirmek ve ardındaki mekanizmaları ortaya çıkarmak amacıyla hazırlanmıştır. Şu temel sorunun cevabını arayacağız: Bir devletin uluslararası hukuku ihlali anında ve topyekûn bir sportif boykotu tetiklerken, başka bir devletin soykırım, savaş suçları ve apartheid ile suçlanması neden aynı kurumlar tarafından görmezden geliniyor? Bu sorunun cevabını bulmak için, önce İsrail'in eylemlerinin hukuki ve insani boyutunu uluslararası mahkeme kararları ve saygın insan hakları örgütlerinin raporlarıyla ortaya koyacağız. Ardından, "meşru müdafaa" perdesini aralayarak, bu savunmanın nasıl bir palavradan ibaret olduğunu ve asıl niyetin yayılmacılık olduğunu tarihsel kanıtlarla göstereceğiz. Son olarak, spor dünyasının bu çifte standardını, İsrail futbol kültürünün içindeki suç ortaklığını ve bu dokunulmazlığın nasıl inşa edildiğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sereceğiz.

Meşru Müdafaa Palavrası ve Yayılmacılığın Gerçek Yüzü

İsrail'in on yıllardır süren eylemlerini meşrulaştırmak için başvurduğu en temel argüman "meşru müdafaa" ve "güvenlik" ihtiyacıdır. Bu anlatıya göre İsrail, sürekli bir varoluş tehdidi altında yaşayan ve düşman komşularla çevrili, hayatta kalma mücadelesi veren bir devlettir. Ancak bu mağduriyet anlatısı, tarihsel gerçekler ve uluslararası hukukla yüzleştirildiğinde, sistematik bir yayılmacılık ve mülksüzleştirme politikasını gizleyen bir palavradan ibaret olduğu ortaya çıkar.

Bu sahte anlatının en bariz kanıtlarından biri, 1967'deki Altı Gün Savaşı'dır. Savaş öncesinde İsrailli liderler, yok edilme korkusunu ve yakın bir tehlike imgesini hem kendi kamuoyuna hem de Batı dünyasına ustalıkla yansıtmıştır. Ancak savaş sonrası ortaya çıkan gerçekler, bu korku atmosferinin aslında "son derece bilinçli ve planlı bir manipülasyon" olduğunu göstermiştir. İsrail, bu savaş bahanesiyle Mısır, Suriye ve Ürdün'e ani bir saldırı başlatmış, sadece altı gün içinde topraklarını dört katına çıkarmış ve tüm tarihi Filistin'i işgal etmiştir. Bu zafer, bir savunma başarısı değil, Siyonist ideolojinin "Büyük İsrail" hedefine hizmet eden, önceden planlanmış bir yayılmacılık hamlesiydi. Nitekim, birçok Yahudi elitin 1948'den beri Batı Şeria'yı ilhak etme planları yaptığı bilinmektedir.

Uluslararası hukuk da bu "meşru müdafaa" argümanını çürütmektedir. Hukuka göre, işgalci bir güç, işgal ettiği topraklardaki halkın direnişine karşı meşru müdafaa hakkı iddia edemez. Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme (self-determinasyon) hakkı çerçevesinde gösterdiği direnişe karşı İsrail'in kullandığı orantısız güç, meşru müdafaa değil, bir savaş suçudur. İsrail'in eylemleri, orantılılık ilkesini fersah fersah aşarak meşruiyetini tamamen kaybetmiştir.

Bu durum, Siyonist ideolojinin temelindeki "güvenlik" anlayışıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu ideoloji, kendini sürekli bir tehdit algısı üzerinden besler. "Her an saldırıya uğrayabiliriz" paranoyası, hem içte baskıcı politikaları hem de dışarıya yönelik saldırganlığı meşrulaştırmak için bir araç olarak kullanılır. Bu militarist ve yayılmacı anlayış, devletin bekasını halkın kolektif bilinçaltına işlemiş ve her türlü saldırganlığı bir "savunma" eylemi olarak sunmayı başarmıştır. Dolayısıyla, İsrail'in güvenlik söylemi, bir gerçekliğin ifadesi değil, etnik temizlik, işgal ve ilhak politikalarını gizleyen ideolojik bir maskedir.

Spor Dünyasının Çifte Standardı ve İsrail'in Dokunulmazlığı

Uluslararası hukukun en üst mercilerinde soykırım ve savaş suçlarıyla yargılanan, on yıllardır süren işgal ve apartheid politikalarıyla insan haklarını sistematik olarak ihlal eden bir devletin, dünyanın en popüler spor organizasyonlarında hiçbir şey olmamış gibi yer alması, sporun iddia ettiği adalet ve fair-play ruhuyla nasıl bağdaşabilir? Bu sorunun cevabı, sporun siyasetten ne kadar bağımsız olduğu efsanesini yerle bir eden ve derin bir ahlaki çürümeyi ortaya koyan bir çifte standartta gizlidir. Rusya'ya anında gösterilen kırmızı kart, İsrail için yeşil ışığa dönüşürken, FIFA ve UEFA gibi kurumlar vicdani sorumluluk sınavında sınıfta kalmıştır.

Rusya'ya Anında Gösterilen Kırmızı Kart

24 Şubat 2022'de Rusya'nın Ukrayna'yı işgale başlaması, uluslararası spor camiasında şok dalgaları yarattı. Tepki, eşi benzeri görülmemiş bir hız ve kararlılıkla geldi. Sadece dört gün sonra, 28 Şubat 2022'de, FIFA ve UEFA ortak bir bildiriyle tüm Rus milli takımlarını ve kulüplerini "ikinci bir duyuruya kadar" tüm müsabakalardan men ettiğini açıkladı. Bu karar, Rusya'nın 2022 Dünya Kupası'na katılım hayallerini sona erdirdi ve kulüplerini Avrupa sahnesinden sildi.

Kararın gerekçesi son derece netti: Şiddet asla bir çözüm olamazdı ve spor, barış ve umudun bir faktörü olmalıydı. FIFA, "Ukrayna'da etkilenen tüm insanlarla tam dayanışma içinde" olduğunu ilan etti. Bu karar, sadece tepeden inme bir karar değildi. Polonya, İsveç ve Çekya gibi ülkelerin futbol federasyonları, Dünya Kupası play-off'larında Rusya ile oynamayacaklarını önceden açıklamış ve FIFA'yı harekete geçmeye zorlamıştı. İngiltere, ABD ve diğer birçok ülke de benzer şekilde Rusya ile hiçbir seviyede maç yapmayacaklarını duyurdu. ABD Futbol Federasyonu'nun açıklaması, bu duruşun ahlaki temelini özetliyordu: "Özgürlük ve barış sağlanana kadar, Rusya ile karşı karşıya gelerek küresel oyunumuzu zedelemeyeceğiz".

Bu olay, modern spor tarihinde bir emsal teşkil etti. Bir üye federasyonun devleti, uluslararası hukuku ve BM Antlaşması'nı ihlal eden bir saldırganlık suçu işlediğinde , spor kurumlarının siyasi ve insani gerekçelerle en ağır yaptırımı uygulayabileceği kanıtlanmış oldu. Rus sporcular, hükümetlerinin eylemleri nedeniyle kolektif olarak cezalandırıldı ve bu, uluslararası toplum tarafından geniş ölçüde meşru kabul edildi.

İsrail'in Kırılmaz Dokunulmazlık Zırhı

Rusya'ya karşı gösterilen bu kararlı ve ahlaki duruş, konu İsrail olduğunda yerini derin bir sessizliğe ve anlamsız bahanelere bırakıyor. Filistin Futbol Federasyonu, yıllardır FIFA ve UEFA'ya İsrail'in üyeliğinin askıya alınması için çağrıda bulunuyor. Bu çağrıların temelinde son derece somut gerekçeler yatıyor:

• Gazze'deki savaş sırasında 231'den fazla Filistinli futbolcunun öldürülmesi ve tüm futbol altyapısının yok edilmesi. • İsrail'in, uluslararası hukuka göre yasadışı olan Batı Şeria'daki Yahudi yerleşimlerinden takımları kendi lig sistemine dahil etmesi. Bu, bir üye federasyonun başka bir üye federasyonun (Filistin) topraklarında faaliyet göstermesini yasaklayan FIFA kurallarının açık bir ihlalidir. • Filistinli sporcuların seyahat özgürlüğünün sistematik olarak kısıtlanması ve apartheid uygulamaları. Bu gerekçeler, UAD'nin soykırım davası ve UCM'nin savaş suçları soruşturmasıyla birleştiğinde, İsrail'e yaptırım uygulanması için Rusya'dan çok daha ağır ve hukuki temellere dayanan bir dosya oluşturuyor.

Ancak FIFA ve UEFA'nın tepkisi, bu gerçekleri görmezden gelmek oldu. BM gibi kurumlar bile FIFA ve UEFA'ya İsrail'i 2026 Dünya Kupası'ndan men etme çağrısı yaparken , bu kurumlar harekete geçmeyi reddetti.

UEFA Başkanı Aleksander Čeferin'in bu konudaki tutumu, ikiyüzlülüğün en bariz örneğidir. Čeferin, "hükümetlerin eylemleri nedeniyle sporcuları cezalandırmak istemediğini" dile getirerek yaptırım çağrılarını savuşturmaya çalıştı. Bu argüman, Rus sporcuların tam da bu nedenle cezalandırıldığı gerçeğiyle doğrudan çelişmektedir. Bu bahanenin ne kadar boş olduğu, İspanyol Meclis Üyesi Patxi Lopez'in şu sözleriyle ortaya konmuştur: "Neden Rusya ile olur da İsrail ile olmaz, fark nedir?". Fransız futbol efsanesi Eric Cantona da bu çifte standardı sert bir dille eleştirdi: "Rusya, Ukrayna'da savaş başlattıktan dört gün sonra men edildi. Şimdi ise Uluslararası Af Örgütü'nün soykırım olarak tanımladığı olayların üzerinden 716 gün geçti ve İsrail hâlâ müsabakalara katılmaya devam edebiliyor". Bu açıklamalar, spor dünyasının vicdan sahibi isimlerinin bu bariz adaletsizliği kabul etmediğini göstermektedir.

Avrupa Sahnesindeki Coğrafi Saçmalık

İsrail takımlarının Avrupa kupalarında oynamasının kendisi, başlı başına bir "saçmalık" ve siyasi bir anomalidir. Coğrafi olarak Asya'da bulunan İsrail'in UEFA'ya üye olmasının nedeni, futbol değil, siyasettir. Bu durum, İsrail'in bölgedeki komşuları tarafından on yıllardır süren boykotunun doğrudan bir sonucudur.

İsrail Futbol Federasyonu, 1954'ten 1974'e kadar Asya Futbol Konfederasyonu'nun (AFC) bir üyesiydi. Ancak bu süre zarfında, Arap ve Müslüman ülkelerin çoğu, İsrail'in Filistin'i işgalini ve Filistinlilere yönelik politikalarını protesto etmek için İsrail ile oynamayı reddetti. Bu durum, 1958 Dünya Kupası elemelerinde İsrail'in tek bir maç bile oynamadan Asya-Afrika grubunu kazanması gibi absürt sonuçlara yol açtı. Sonunda, 1974'te Kuveyt'in öncülüğünde yapılan bir oylama ile İsrail, 17'ye karşı 13 oyla AFC'den ihraç edildi.

Yaklaşık yirmi yıl boyunca hiçbir konfederasyona bağlı olmadan "futbol sürgünü" yaşayan İsrail, 1994 yılında tam üye olarak UEFA'ya kabul edildi. Bu, coğrafi bir mantığa değil, siyasi bir çözüme dayanıyordu. UEFA, İsrail'i bölgesel siyasi ve ahlaki hesap verebilirlikten kurtararak ona bir "güvenli liman" sağladı. Dolayısıyla, İsrail'in bugün Avrupa'da yarışmasının temel nedeni, komşularının on yıllardır protesto ettiği işgal ve hak ihlalleridir. UEFA, İsrail'i bünyesine katarak bu siyasi sorunu çözmek yerine, onu normalleştirmeyi ve uluslararası sahada meşrulaştırmayı seçti. Bu tarihsel gerçek, UEFA'nın bugünkü taraflı tutumunun tesadüfi olmadığını, aksine İsrail'i korumaya yönelik uzun süredir devam eden bir politikanın parçası olduğunu göstermektedir.

Tribünlerdeki Nefret Suç Ortaklığını Kanıtlıyor

İsrail'e yönelik yaptırım uygulanmamasının ardındaki bir diğer faktör de, İsrail futbol kültürünün kendisinin bu insanlık suçlarına ne kadar derinden iştirak ettiğinin görmezden gelinmesidir. Bu suç ortaklığının en somut ve rahatsız edici örneği, İsrail'in en sağcı ve ırkçı kulübü olarak bilinen Beitar Jerusalem ve onun "La Familia" adlı fanatik taraftar grubudur.

La Familia, sıradan bir holigan grubu değildir; aşırı milliyetçi, Arap karşıtı ve ırkçı ideolojiyi benimsemiş organize bir yapıdır. Bu grup, stadyumları bir nefret platformu olarak kullanmaktan çekinmez. Eylemleri ve sloganları, İsrail toplumunun en karanlık yüzünü yansıtmaktadır:
• Irkçı Tezahüratlar: Tribünlerde sıkça "Araplara ölüm" diye bağırmaları ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed'e hakaret eden tezahüratlar yapmalarıyla tanınırlar. Hatta kendi sloganları arasında "İşte buradayız, ülkenin en ırkçı takımıyız" ifadesi bile yer almaktadır.
• Müslüman ve Arap Düşmanlığı: Kulüp tarihinde hiçbir zaman Arap bir oyuncu oynatmamıştır. 2013 yılında kulüp, iki Çeçen Müslüman oyuncu transfer ettiğinde, La Familia üyeleri kulübün ofislerini ateşe vererek tepki göstermiş ve bu oyuncuların ilk golünü attığı maçta stadyumu kitlesel olarak terk etmiştir. • Şiddet Eylemleri: Nefretleri sadece tribünlerle sınırlı değildir. Maçlardan sonra alışveriş merkezlerinde Arap çalışanlara saldırdıkları, restoranları bastıkları ve hatta 2023'te Gazze savaşından bir Hamas üyesinin tedavi edildiği söylentisi üzerine bir hastaneye girmeye çalıştıkları belgelenmiştir.

Beitar Jerusalem ve La Familia, İsrail'deki aşırı sağcı ve insanlık dışı söylemin futbol sahasındaki bir yansımasıdır. Onların nefreti, İsrailli bakanların ve yetkililerin Gazze halkını "insansı hayvanlar" olarak tanımlayan söylemlerinden beslenmektedir. Bu nedenle, La Familia'yı marjinal bir grup olarak görmek büyük bir yanılgıdır. Onlar, İsrail'in Filistinlilere yönelik yürüttüğü apartheid ve yok etme politikasının kültürel ve toplumsal bir uzantısıdır. İsrail Futbol Federasyonu'nun ve UEFA'nın bu türden açık ırkçılığa ve nefret suçlarına göz yumması, sahadaki oyunun, saha dışındaki insanlık suçlarından ayrı düşünülemeyeceğinin en acı kanıtıdır. Bu durum, İsrail futbol camiasının da bu suçlara nasıl ortak olduğunu göstermektedir.

Uluslararası Hukuk Sahasında Verilen Kararlar

İsrail'in Filistin'deki eylemlerine yönelik suçlamalar, artık sadece aktivistlerin veya belirli ülkelerin siyasi söylemlerinden ibaret değildir. Bu iddialar, dünyanın en üst düzey yargı organlarının ve en saygın insan hakları kurumlarının gündemindedir. Uluslararası Adalet Divanı'nın soykırım davasını ele alması, Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin savaş suçları için yakalama kararı talep etmesi ve Birleşmiş Milletler ile Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşların hazırladığı raporlar, ortada görmezden gelinemeyecek kadar ağır ve sistematik suçların işlendiğine dair güçlü bir kanıtlar bütünü oluşturmaktadır.

Soykırım Sözleşmesi Lahey'de Yargılanıyor

Tarihin en karanlık dönemlerinden birine, II. Dünya Savaşı ve Holokost'a bir yanıt olarak kurulan uluslararası hukuk sisteminin en tepesindeki kurum olan Uluslararası Adalet Divanı (UAD), bugün kuruluş amacına uygun bir misyonla karşı karşıyadır. Güney Afrika Cumhuriyeti, 29 Aralık 2023'te, İsrail'in Gazze Şeridi'deki eylemleriyle 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'ni ihlal ettiği gerekçesiyle Lahey'deki bu mahkemeye tarihi bir başvuruda bulundu. Başvurunun özü şuydu: İsrail, eylemleri ve ihmalleriyle, Gazze'deki Filistinlileri, daha geniş bir Filistin ulusal, ırksal ve etnik grubunun parçası olarak yok etme niyeti gütmektedir.

Mahkeme, bu son derece ciddi iddiayı ivedilikle ele aldı ve 26 Ocak 2024'te, davanın esasına ilişkin nihai kararını verene kadar geçerli olacak bir dizi geçici tedbir kararı açıkladı. Bu kararlar, uluslararası hukukta bir dönüm noktası niteliğindeydi. UAD, İsrail'in soykırım suçu işlediğine dair iddiaların "inandırıcı" (plausible) olduğunu tespit etti. Bu, davanın mesnetsiz olmadığı ve soykırım suçunun işleniyor olma riskinin gerçek ve yakın olduğuna dair mahkemenin ilk yargısal tespitiydi. Bu tespit, davanın kendisi kadar önemliydi, çünkü dünyanın en yüksek mahkemesi, soykırım alarmının çalınması için yeterli kanıt olduğuna hükmetmişti.

Bu tespitle birlikte mahkeme, İsrail'e hukuken bağlayıcı olan ve derhal uyması gereken bir dizi emir verdi. Bu "ihtiyati tedbirler", İsrail'in soykırım niyetli eylemlerini durdurması için tasarlanmıştı:

  1. Soykırım Eylemlerinin Önlenmesi: İsrail, Soykırım Sözleşmesi'nin 2. maddesinde tanımlanan tüm eylemleri önlemek için elindeki bütün tedbirleri almalıdır. Bu eylemler arasında "gruba mensup olanların öldürülmesi", "grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi" ve "grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek" gibi fiiller bulunmaktadır. Mahkeme, İsrail ordusunun bu eylemlerden hiçbirini gerçekleştirmemesini sağlamak için acil tedbirler alınmasını emretti.
  2. Kışkırtmanın Önlenmesi ve Cezalandırılması: İsrail, soykırıma yönelik doğrudan ve aleni kışkırtmayı önlemek ve cezalandırmak için yetkisi dahilindeki tüm önlemleri almalıdır. Bu madde, İsrailli yetkililerin Filistinlilere yönelik insanlık dışı söylemlerine doğrudan bir yanıt niteliğindeydi.
  3. İnsani Yardımın Sağlanması: İsrail, Gazze'deki felaket boyutundaki yaşam koşullarını iyileştirmek için "acilen ihtiyaç duyulan temel hizmetlerin ve insani yardımın sağlanmasını" temin etmelidir. Bu, ablukanın gevşetilmesi ve yardım girişine izin verilmesi için net bir emirdi.
  4. Delillerin Korunması: İsrail, soykırım iddialarıyla ilgili delillerin yok edilmesini önlemeli ve korunmasını sağlamalıdır.

Mahkeme, Gazze'deki insani durumun kötüleşmesi üzerine 28 Mart 2024'te bu tedbirlere ek yeni kararlar alarak İsrail üzerindeki baskıyı artırdı. UAD'nin bu kararları, Türkiye Sağlık Bakanı gibi dünya çapındaki yetkililer tarafından "çocuklar, yaşlılar, kadınlar, hastalar ve tüm siviller için" bir memnuniyet kaynağı olarak karşılandı ve insanlığın adaletin geri dönüşünü beklediğinin bir göstergesi oldu. Bu kararlar, İsrail'in eylemlerinin artık siyasi bir tartışma konusu olmaktan çıkıp, uluslararası hukukun en ciddi suçlamasıyla yargılandığı bir sürece girdiğini tescilledi.

Savaş Suçları İçin Yakalama Kararları Gündemde

Uluslararası Adalet Divanı devletlerin sorumluluğunu yargılarken, yine Lahey'de bulunan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ise bireylerin cezai sorumluluğunu soruşturur. UCM, soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçlarının faillerini yargılamak için kurulmuş daimi bir ceza mahkemesidir. Filistin'in 2015 yılında mahkemenin kurucu belgesi olan Roma Statüsü'ne taraf olmasıyla, UCM'nin Filistin topraklarında işlenen suçlar üzerinde yargı yetkisi doğdu. Bu yetki, 7 Ekim 2023 sonrası yaşanan olaylarla birlikte kritik bir önem kazandı.

Gazze'de hastanelerin, okulların, ibadet yerlerinin ve sivil sığınakların ayrım gözetmeksizin hedef alınması, binlerce sivilin öldürülmesi ve bir milyondan fazla insanın yerinden edilmesiyle sonuçlanan saldırılar, UCM Başsavcısı Karim Khan'ı harekete geçirdi. Başsavcı, Ukrayna'daki savaş suçları için bir yıldan kısa sürede Rusya Devlet Başkanı hakkında yakalama kararı talep ederken, Filistin dosyasında yavaş hareket etmekle eleştiriliyordu. Ancak 20 Mayıs 2024'te, bu eleştirileri gölgede bırakacak tarihi bir adım atıldı. Başsavcı Khan, UCM yargıçlarından İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve dönemin Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında "savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar" işlediklerine dair makul gerekçeler bulunduğu için yakalama kararı çıkarılmasını talep etti.

Bu talep, İsrailli liderleri, savaş suçu işlediği iddia edilen diğer dünya liderleriyle aynı hukuki statüye koyuyordu. Başsavcılığın isnat ettiği suçlar, Gazze'deki yıkımın kasıtlı ve sistematik doğasını ortaya koyuyordu :

• Bir savaş yöntemi olarak sivillerin aç bırakılması. • Kasten büyük acıya veya bedensel ya da sağlığa ciddi zarara yol açma. • Kasten adam öldürme (cinayet). • Sivil halka yönelik saldırıları kasten yönlendirme. • Yok etme ve/veya cinayet, zulüm ve diğer insanlık dışı eylemler gibi insanlığa karşı suçlar.

Bu suçlamalar, İsrail'in operasyonlarının "meşru müdafaa" sınırlarını çok aştığını ve sivil halkı hedef alan planlı bir stratejiye dönüştüğünü iddia ediyordu. UCM'nin bu adımı, İsrail'in hesap verebilirlikten kaçma çabalarına rağmen uluslararası hukukun bireysel sorumluluktan vazgeçmeyeceğini gösteren güçlü bir mesajdı. Nitekim, eski UCM Başsavcısı Fatou Bensouda'nın 2021'de soruşturma başlattığında, dönemin Mossad Başkanı Yossi Cohen tarafından gizli görüşmelerle baskı altına alınmaya çalışıldığına dair iddialar, İsrail'in adaletten kaçmak için ne kadar ileri gidebileceğini de gözler önüne seriyordu. Bu tür bir müdahale, Roma Statüsü'ne göre adaleti engelleme suçu teşkil edebilirdi.

Raporlar Sistematik Yıkımı Belgeliyor

Uluslararası mahkemelerdeki yasal süreçler işlerken, sahada yaşananları belgeleyen Birleşmiş Milletler (BM) ve önde gelen insan hakları örgütleri, felaketin boyutlarını ve İsrail'in niyetini ortaya koyan raporlar yayınladılar. Bu raporlar, mahkemelerdeki soykırım ve savaş suçları iddialarını destekleyen somut kanıtlar sunmaktadır.

BM İnsan Hakları Konseyi tarafından kurulan bağımsız bir uluslararası komisyonun raporu, bu konuda en net bulguları ortaya koyan belgelerden biridir. Rapor, İsrail'in Soykırım Sözleşmesi'nde tanımlanan beş eylemden dördünü işlediği sonucuna varmıştır. Bu eylemler şunlardır :

  1. Belli bir grubun üyelerinin öldürülmesi.
  2. Belli bir grubun üyelerine ciddi bedensel veya zihinsel zarara yol açılması.
  3. Belli bir grubu yok etmeye yönelik yaşam koşullarının kasıtlı olarak dayatılması.
  4. Belli bir grup içinde doğumların engellenmesi.

Rapor, sadece eylemleri listelemekle kalmıyor, aynı zamanda İsrail güçlerinin "soykırım niyetini" destekleyen davranış modellerini de tespit ediyor. Bu modeller, saldırıların tesadüfi olmadığını, aksine Filistin halkını bir grup olarak yok etmeye yönelik bilinçli bir stratejinin parçası olduğunu göstermektedir:

• Toplu Cinayetler: Yoğun nüfuslu bölgelerde ağır silahlar kullanılarak sivillerin kitlesel olarak öldürülmesi. Öldürülenlerin büyük çoğunluğunun sivil, yarısının ise kadın ve çocuk olması, bu saldırıların ayrım gözetmediğini kanıtlıyor.
• Kültürel Yıkım: Evlerin, okulların, camilerin, kiliselerin ve kültürel miras alanlarının sistematik olarak yok edilmesi, sadece fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda Filistin kimliğini ve varlığını haritadan silme çabası olarak yorumlanıyor.
• Kasıtlı Acı Çektirme: UAD'nin geçici tedbir kararlarına ve uluslararası uyarılara rağmen İsrail'in, Filistinlilerin kaçacak hiçbir yerleri olmadığını bilerek yıkıcı politikalarını sürdürmesi.
• Sağlık Hizmetlerinin Çöküşü: Gazze'nin sağlık sisteminin kasıtlı olarak hedef alınması, hastanelere saldırılması, sağlık personelinin öldürülmesi ve tıbbi malzeme girişinin engellenmesi, halkı yavaş ve acı verici bir ölüme terk etme anlamına geliyor.
• Cinsel Şiddet: Cinsel işkence, tecavüz ve diğer cinsel şiddet biçimlerinin bir toplu cezalandırma aracı olarak kullanılması.
• Çocukların Hedef Alınması: Çocukların keskin nişancılar ve insansız hava araçları tarafından vurulması, hatta bazılarının beyaz bayrak taşırken öldürülmesi, en savunmasız olanların bile hedef alındığını gösteriyor.

Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) de benzer şekilde sarsıcı bir sonuca ulaştı. Örgüt, İsrail'in eylemlerinin kümülatif etkisine bakıldığında, "soykırım niyetinin akla yatkın tek sonuç" olduğunu belirtti. Af Örgütü'nün analizi, mevcut saldırıları daha geniş bir bağlama oturtuyor. Örgüt, yıllar önce yayınladığı 280 sayfalık kapsamlı bir raporla İsrail'i bir "apartheid rejimi" olarak tanımlamıştı. Bu rapor, İsrail'in Filistinlilere "aşağı bir ırk grubu" gibi davrandığını; topraklarına el koyma, yasa dışı öldürmeler, zorla yerinden etme ve vatandaşlık haklarından mahrum bırakma gibi uygulamalarla sistematik bir baskı ve tahakküm sistemi kurduğunu belgeliyordu. Af Örgütü'ne göre, Gazze'deki mevcut yıkım, bu önceden var olan apartheid ve hukuksuz askeri işgal sisteminin üzerine inşa edilmiştir. İsrailli yetkililerin Filistinlileri insanlık dışı gösteren soykırımcı açıklamalarıyla birleştiğinde, eylemlerin niyeti açıkça ortaya çıkmaktadır: Gazze'deki Filistinlilerin fiziksel varlığına son vermek.

Tarihsel İhlaller ve Sporun Göz Ardı Ettiği Gerçekler

Bugün Gazze'de tanık olduğumuz dehşet, tarihten kopuk, anlık bir patlama değildir. Aksine, 75 yılı aşkın süredir devam eden, kesintisiz bir mülksüzleştirme, yerinden etme ve sömürgeleştirme sürecinin en acımasız ve yoğunlaşmış halkasıdır. Filistin halkının yaşadığı trajedi, 7 Ekim 2023'te başlamamıştır. Kökleri, bir halkın kendi vatanında "felaket" olarak andığı bir tarihe, sistematik işgale ve uluslararası hukukun sürekli ihlaline dayanmaktadır.

Nekbe Hiç Bitmeyen Felakettir

Filistinliler için her şey 1948'de, İsrail devletinin kurulduğu ve kendilerinin "Nekbe" yani "Büyük Felaket" olarak adlandırdığı olaylarla başladı. Bu tarih, İsrailliler için bir bağımsızlık ve kurtuluş günü iken, o topraklarda yaşayan Filistinliler için kitlesel sürgün, katliam ve vatan kaybının başlangıcı oldu. Nekbe, bir savaşın tesadüfi bir sonucu değildi; Filistin'in demografik yapısını zorla değiştirerek bir Yahudi devleti kurmayı amaçlayan planlı bir etnik temizlik operasyonuydu.

Bu süreçte yaşananların boyutu korkunçtu. Rakamlar, felaketin büyüklüğünü gözler önüne seriyor:

Yaklaşık 700 bin ila 1 milyon arasında Filistinli, silahlı Siyonist milislerin saldırıları ve katliam tehditleri altında evlerini, topraklarını ve anılarını geride bırakarak mülteci durumuna düştü. 500'den fazla Filistin köyü ve kasabası haritadan silindi, sistematik olarak yok edildi ve isimleri İbranice isimlerle değiştirilerek kültürel kimlikleri de hedef alındı. Deir Yasin gibi köylerde yaşanan katliamlar, diğer Filistinliler arasında korku ve panik yaratarak kaçışı hızlandırmak için bir terör aracı olarak kullanıldı. Kızıl Haç tarafından belgelenen raporlarda, hamile kadınların karınlarının deşilip bebeklerinin çıkarıldığı vahşet dolu olaylar anlatılmaktadır.

Nekbe'nin en kalıcı ve yıkıcı mirası, Filistin halkını devletsiz bırakması ve dünyanın en büyük ve en uzun süreli mülteci krizlerinden birini yaratmasıdır. O gün vatanlarından sürülenlerin torunları, bugün hala Lübnan, Suriye, Ürdün ve dünyanın dört bir yanındaki mülteci kamplarında, temel insan haklarından mahrum bir şekilde yaşıyor. Bugün sayıları 6 milyonu aşan bu mülteciler, uluslararası hukukun kendilerine tanıdığı geri dönüş hakkını beklemeye devam ediyor. Nekbe, bu nedenle geçmişte kalmış bir olay değil, her gün yeniden üretilen, devam eden bir felakettir. İsrail'in bugünkü saldırılarının temel amacının yeni bir "Gazze Nekbesi" yaratmak olduğu da sıkça dile getirilmektedir.

İşgal, İlhak ve Yasadışı Yerleşimler

Nekbe ile başlayan mülksüzleştirme süreci, 1967'deki Altı Gün Savaşı ile yeni ve daha sistematik bir aşamaya geçti. Bu savaş, İsrail için "mucizevi" bir zafer olarak görülürken, Filistinliler için "Naksa" yani "gerileme" veya "yeni felaket" anlamına geliyordu. Savaşın sonunda İsrail, 1948'de işgal edemediği Filistin topraklarını da – Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze Şeridi'ni – askeri kontrolü altına aldı. Bu, tüm tarihi Filistin'in İsrail işgali altına girmesi demekti ve bir milyondan fazla Filistinli daha doğrudan askeri yönetim altında yaşamaya başladı. Savaş, ayrıca 500 bin Filistinliyi daha mülteci konumuna düşürerek mevcut krizi daha da derinleştirdi.

İşgalin hemen ardından İsrail, uluslararası hukuku açıkça ihlal eden bir politika başlattı: işgal altındaki topraklara kendi sivil nüfusunu, yani Yahudi yerleşimcileri transfer etmek. Bu politika, bir işgal gücünün işgal ettiği topraklara kendi vatandaşlarını yerleştirmesini yasaklayan Dördüncü Cenevre Sözleşmesi'nin ağır bir ihlalidir. Ancak İsrail, bu yasağı sistematik olarak görmezden geldi. Bu yerleşimler, sadece konut birimleri değil, aynı zamanda Filistin topraklarını parçalamak, Filistinlilerin hareket özgürlüğünü kısıtlamak ve gelecekte kurulabilecek bağımsız bir Filistin devletini coğrafi olarak imkansız hale getirmek için tasarlanmış stratejik bir sömürgeleştirme aracıydı.

Uluslararası toplum, bu politikayı başından beri kınadı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, bu konuda sayısız karar aldı. En önemlilerinden biri olan 22 Kasım 1967 tarihli 242 sayılı karar, savaşla toprak kazanımının kabul edilemezliğini vurgulayarak İsrail'in "işgal ettiği topraklardan çekilmesi" çağrısında bulundu. Ancak İsrail, bu kararı hiçbir zaman uygulamadı. Yıllar sonra, 23 Aralık 2016'da kabul edilen 2334 sayılı karar ise çok daha net bir dille, İsrail'in Doğu Kudüs de dahil olmak üzere işgal altındaki Filistin topraklarında kurduğu yerleşimlerin "hiçbir hukuki geçerliliği olmadığını" ve "uluslararası hukukun bariz bir ihlali" olduğunu teyit etti. Bu kararda, İsrail'e "tüm yerleşim faaliyetlerini derhal ve tamamen durdurma" çağrısı yapıldı. Ancak İsrail, bu kararları da yok sayarak yerleşimleri genişletmeye devam etti.

Gazze Dünyanın En Büyük Açık Hava Hapishanesidir

Gazze Şeridi, İsrail'in işgal ve kontrol politikalarının en acımasız ve yoğunlaşmış halini temsil eder. 2007 yılında Hamas'ın seçimleri kazanmasının ardından İsrail, Gazze'ye karadan, havadan ve denizden tam bir abluka uygulamaya başladı. Bu abluka, Gazze'yi fiilen dünyanın en büyük açık hava hapishanesine dönüştürdü. İki milyondan fazla insan, ki yarısından fazlası çocuktur, küçücük bir toprak parçasına hapsedildi ve dış dünyayla bağları neredeyse tamamen koparıldı.

Bu abluka, uluslararası hukuka göre açıkça yasa dışıdır. Çünkü bu, belirli bir askeri hedefi olan meşru bir abluka değil, sivil halkın tamamını cezalandırmayı amaçlayan bir "toplu cezalandırma" eylemidir. Dördüncü Cenevre Sözleşmesi'nin 33. maddesi, koruma altındaki kişilerin işlemedikleri bir suçtan dolayı cezalandırılmasını, yani toplu cezalandırmayı kesin bir dille yasaklar. İsrail'in Gazze ablukası, tam olarak bu yasağın ihlalidir. BM ve Kızıl Haç gibi kurumlar, bu ablukanın uluslararası insancıl hukukun ihlali olduğunu defalarca rapor etmiştir.

Ablukanın insani sonuçları ise tam bir felakettir. Yıllardır devam eden bu kuşatma, Gazze'nin ekonomisini çökertti, ihracatı neredeyse sıfırladı ve halkı uluslararası yardıma muhtaç hale getirdi. Temel gıda maddeleri, ilaçlar, temiz su ve elektrik gibi en temel insani ihtiyaçların girişi İsrail'in kontrolüne ve keyfiyetine bırakıldı. Hastaneler, gerekli tıbbi malzemelerden yoksun bırakıldı. Tarım arazileri ve su tesisleri hedef alındı. Bu durum, İsrail'in açlığı bir "savaş silahı olarak" kullandığı suçlamalarına yol açtı. 7 Ekim 2023'ten sonra başlayan topyekûn saldırılar, zaten 16 yıldır boğulan, altyapısı çökmüş ve halkı çaresiz bırakılmış bir bölgenin üzerine geldi. Bu, İsrail'in mevcut yıkımının, zaten can çekişen bir topluma indirilen son darbe olduğunu göstermektedir.

Sessizliğin Bedeli ve Sporun Ahlaki Sorumluluğu

Burada sunulan kanıtlar, birbiriyle bağlantılı ve reddilemez bir gerçeği ortaya koymaktadır: Uluslararası toplum ve özellikle spor dünyası, İsrail'in Filistin halkına karşı işlediği suçlar karşısında derin bir ahlaki ve hukuki tutarsızlık içindedir. Bu durum, sadece siyasi bir ikiyüzlülük değil, aynı zamanda insanlığın ortak vicdanını yaralayan ve uluslararası hukukun temel ilkelerini aşındıran bir başarısızlıktır.

Vardığımız sonuçlar nettir. İlk olarak, İsrail'in eylemleri, dünyanın en yüksek yargı organları olan Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından en ağır suçlamalarla soruşturulmaktadır. UAD'nin "inandırıcı soykırım" bulgusu ve UCM Başsavcısı'nın İsrailli liderler için talep ettiği "savaş suçları" ve "insanlığa karşı suçlar" isnatlı yakalama kararları, ortada münferit olaylar değil, devlet politikası haline gelmiş sistematik suçlar olduğunu göstermektedir.

İkinci olarak, İsrail'in sürekli başvurduğu "meşru müdafaa" ve "güvenlik" argümanları, tarihsel kanıtlar ışığında birer palavradan ibarettir. 1967 Savaşı'ndan bugüne, bu anlatı, sistematik bir yayılmacılık, işgal ve apartheid politikasını gizlemek için kullanılan bir maske olmuştur. Bugünkü vahşet, bu 75 yıllık kesintisiz mülksüzleştirme projesinin kaçınılmaz bir sonucudur.

Üçüncü ve en can alıcı olarak, spor dünyasının bu ezici kanıtlar karşısındaki tutumu, tam bir fiyaskodur. Rusya'nın Ukrayna'yı işgaline karşı gösterilen haklı, hızlı ve kararlı tepki, bir emsal yaratmıştır:

Uluslararası hukuku ağır şekilde ihlal eden devletler, spor camiasından dışlanmalıdır. Ancak bu emsal, İsrail söz konusu olduğunda kasıtlı olarak görmezden gelinmektedir. UEFA ve FIFA gibi kurumların "sporcuları cezalandırmama" gibi bahaneleri, Rus sporculara uygulanan topyekûn yasak karşısında anlamsız kalmaktadır. İsrail'in coğrafi bir anomali olarak Avrupa futbolunda yer alması ve Beitar Jerusalem gibi kulüplerin tribünlerinde yankılanan ırkçı nefretin cezasız kalması, bu kurumların sadece sessiz kalmadığını, aynı zamanda İsrail'e uluslararası meşruiyet ve "normallik" zırhı sağlayan aktif suç ortakları olduğunu göstermektedir.

Sessizliğin ve eylemsizliğin bir bedeli vardır. FIFA ve UEFA gibi kurumların bu çifte standardı, kendi tüzüklerinde ve misyon beyanlarında yücelttikleri "fair-play", "eşitlik" ve "insan haklarına saygı" gibi ilkeleri anlamsız kılmaktadır. Bu sessizlik, soykırımla suçlanan bir rejime, eylemlerinin uluslararası bir bedeli olmadığı mesajını vermektedir. Bu, sadece Filistin halkına değil, aynı zamanda adalete ve hukukun üstünlüğüne inanan herkese yapılmış bir ihanettir.

Bu nedenle, burada ortaya konan talep, herhangi bir dine, dile veya ırka yönelik bir tepki değildir. Bu, evrensel hukuk normlarının ve en temel insani değerlerin herkes için eşit ve tutarlı bir şekilde uygulanması için yapılan bir adalet çağrısıdır. Spor, birleştirici bir güç olma potansiyeline sahiptir, ancak bu potansiyelini ancak ve ancak adaletsizlik, ırkçılık ve insanlık suçları karşısında net bir tavır aldığında gerçekleştirebilir. Uluslararası spor kurumları, ya tarihin doğru tarafında yer alarak vicdanın sesini dinleyecek ve İsrail'e hak ettiği kırmızı kartı gösterecek ya da bu suçlara ortak olmanın lekesini sonsuza dek taşıyacaktır. Adalet, sahanın içinde ve dışında, herkes için sağlanmalıdır.