Harika bir sabah. Kahvenizi elinize aldınız, ekranın karşısına geçtiniz ve aklınıza takılan o basit soruyu o meşhur yapay zeka botuna sordunuz. Saniyeler içinde, sanki karşınızda her şeyi bilen bir bilge varmışçasına cevabınız ekrana döküldü. Ne kadar temiz, ne kadar zahmetsiz, değil mi? İşte modern zamanların en büyük illüzyonu tam da burada başlıyor. Çünkü o pürüzsüz dijital deneyimin arkasında, aslında metalin metale sürttüğü, fanların çığlık attığı ve suların buharlaştığı devasa, kirli ve sıcak bir sanayi gerçeği yatıyor. Bugün sizinle teknoloji dünyasının o ışıltılı vitrinini biraz aralayacağız. Konumuz sadece yapay zeka değil; konumuz, dijital hırslarımızın fiziksel dünyadan kopardığı bedel. Ve inanın bana, bu bedel sandığınızdan çok daha karmaşık, çok daha sinsi ve üzerinde çok daha fazla manipülasyon yapılan bir konu. Sam Altman’ın o meşhur "bir çay kaşığı su" iddiası ile Morgan Stanley’in "trilyon litre" kıyamet senaryosu arasında bir yerde, gerçeğin kendisi sessizce akıp gidiyor. Gelin, o gerçeği birlikte bulalım.
Yapay zeka devriminin tam ortasındayız ve her devrim gibi bunun da kendine has mitleri, kahramanları ve elbette günah keçileri var. OpenAI CEO’su Sam Altman’a sorarsanız, bu devasa dil modelleriyle yaptığınız her bir sohbet, doğadan sadece bir çay kaşığının on beşte biri kadar, yani neredeyse yok hükmünde bir su tüketimine mal oluyor. Kulağa ne kadar masum geliyor. Bir damla bile değil. Ama öte yandan finans dünyasının devlerinden Morgan Stanley, 2028 yılına gelindiğinde yapay zeka veri merkezlerinin soğutulması ve elektrik üretimi için harcanacak su miktarının trilyonlarca litreye ulaşacağını öngörüyor. Şimdi durup düşünmek lazım; bir yanda mikroskobik bir çay kaşığı, diğer yanda okyanuslar kadar büyük bir trilyon litre. Bu matematiksel uçurumun sebebi ne? Biri bize yalan mı söylüyor? Aslında ikisi de kendince haklı, fakat ikisi de resmin tamamını göstermemekte ısrarcı. Çünkü su tüketimi analizi, hele ki böyle karmaşık bir teknolojik ekosistemde, insanı vezir de eder rezil de.

Meseleyi kavramak için önce ortalama bir insanın, yani bizim, su tüketimi algımızın ilkokul seviyesinde kaldığını kabul etmemiz gerekiyor. Biz suyu musluktan akan, içilen veya duş alınan bir kaynak olarak görüyoruz. Oysa endüstriyel dünyada su, bir hammadde değil, bir araçtır. Veri merkezleri dediğimiz o devasa beton bloklar, aslında içlerinde binlerce, on binlerce işlemcinin durmaksızın çalıştığı, matematiksel işlemler yaptığı fabrikalardır. Ve her elektronik cihaz gibi, bu çipler de çalışırken ısınır. Hem de öyle böyle değil, cehennem gibi ısınır. Eğer bu ısıyı tahliye edemezseniz, o milyon dolarlık donanımlar erir, performans düşer ve sistem çöker. İşte burada su devreye giriyor. En verimli soğutma yöntemi, insan vücudunun terlemesi mantığına dayanır: Evaporatif soğutma. Temiz suyu alırsınız, ısınan sistemin üzerinden geçirirsiniz, su buharlaşır ve ısıyı alıp gökyüzüne taşır. Evet, o su artık yok olmuştur, buhar olup atmosfere karışmıştır.
Sam Altman’ın "bir çay kaşığı" hesabındaki kurnazlık şurada yatıyor: O sadece, siz "Enter" tuşuna bastığınızda gerçekleşen o anlık sorgunun, o anlık işlemin soğutma maliyetini hesaba katıyor. Oysa bir yapay zeka modelinin size o cevabı verebilmesi için, aylar süren, devasa enerji gerektiren ve binlerce grafik işlemcisinin (GPU) 7/24 tam kapasite çalıştığı bir "eğitim" (training) sürecinden geçmesi gerekiyor. Bu modeller, siz daha sorunuzu sormadan aylar önce o bilgileri öğrenmek için tonlarca su buharlaştırdı. Bu eğitim maliyetini, son kullanıcıya yansıtmamak, bir uçağın yakıt masrafını hesaplarken sadece yolcunun biniş anını dikkate alıp, uçağın havaalanına gelişini ve bakımını yok saymaya benzer. Eğitim süreci asla bitmiyor; GPT-4 bitiyor, GPT-5 başlıyor, rakipler çıkıyor, modeller büyüyor. Dolayısıyla o devasa sunucu çiftlikleri sürekli, hiç durmadan çalışıyor ve ısınıyor. Altman’ın hesabına bu devasa eğitim maliyetini eklemediğinizde, ortaya çıkan rakam elbette komik derecede küçük kalıyor.
Ancak hikaye sadece veri merkezinin duvarları arasında bitmiyor, asıl büyük yanılgı ve asıl büyük su tüketimi, o veri merkezine giren elektriğin üretildiği yerde saklı. İşte insanların, hatta uzmanların bile çoğu zaman gözden kaçırdığı nokta burası. Bir veri merkezi elektriği prizden çeker, peki o elektrik oraya nasıl gelir? Termoelektrik santrallerden. Kömür, doğalgaz veya nükleer; fark etmez. Bu santrallerin çalışma prensibi basittir: Bir yakıtı yakarsınız, ısı açığa çıkar, bu ısı suyu kaynatır, oluşan basınçlı buhar bir türbini döndürür ve elektrik üretilir. Ama iş orada bitmez. O türbini döndüren buharın tekrar suya dönüştürülmesi gerekir ki sistem devir daim yapsın. Bunun için de o buharın soğutulması gerekir. Nasıl soğutulur? Genellikle bir nehirden, gölden veya denizden çekilen devasa miktarda soğuk suyla.
Amerika Birleşik Devletleri Jeolojik Araştırmalar Kurumu'nun verilerine baktığınızda şok edici bir gerçekle karşılaşırsınız: Ülkedeki tatlı su çekiminin yaklaşık %40'ı, evet yanlış duymadınız, neredeyse yarısı sadece elektrik santrallerini soğutmak için kullanılır. Şimdi, yapay zeka veri merkezlerinin korkunç bir elektrik açlığı olduğunu biliyoruz. Eğer bu elektriği termoelektrik santrallerden karşılıyorlarsa, dolaylı yoldan o santrallerin tükettiği suyu da yapay zekanın hanesine yazmak zorundasınız. İşte Morgan Stanley’in o trilyon litrelik korkutucu projeksiyonu, büyük ölçüde bu dolaylı tüketimi, yani enerji üretiminden kaynaklı su kullanımını da denkleme dahil ediyor. Bu, suyun "tüketilmesi" ile "kullanılması" arasındaki ince ama hayati farktır. Santrallerden çekilen suyun büyük kısmı nehre geri döner, ancak ısınmış olarak döner. Bu termal kirlilik ekosistemi mahvedebilir, balıkları öldürebilir ama teknik olarak su "yok olmamıştır". Oysa veri merkezinin çatısından buharlaşan su, o havzadan eksilmiştir.
Burada bir parantez açıp suyun türüne değinmek zorundayız, yoksa bu tartışma sığ bir çevre duyarlılığından öteye gidemez. Her su aynı değildir. Evinizdeki musluktan akan su, "belediye suyu"dur; arıtılmış, klorlanmış, içilebilir hale getirilmiş ve size ulaşması için ciddi bir altyapı yatırımı yapılmıştır. Veri merkezleri genellikle bu suyu kullanır çünkü makinelerin kireçlenmemesi, boruların tıkanmaması gerekir. Hatta çip üretiminde kullanılan "Ultra Saf Su" (Ultra Pure Water) o kadar saftır ki, içinde su molekülü dışında hiçbir şey yoktur; bu suyu elde etmek, normal içme suyunu elde etmekten katbekat daha maliyetli ve enerji yoğundur. Öte yandan, bir termik santralin nehirden çektiği su, arıtılmamış ham sudur. Bu iki su türünü aynı kefeye koyup "Yapay zeka suyumuzu bitiriyor" demek, elma ile armudu değil, elmas ile kömürü kıyaslamaya benzer. İkisi de karbon kökenli olabilir ama değerleri ve maliyetleri bambaşkadır.
Yine de suyun yerel bir kaynak olduğu gerçeğinden kaçamayız. Elektrik, kablolarla kıtalararası taşınabilir ama suyu taşımak inanılmaz zor ve pahalıdır. Eğer siz gidip Arizona’nın göbeğine, zaten kuraklıkla boğuşan bir çöl kentine devasa bir veri merkezi kurar ve bunu şebeke suyuyla soğutmaya kalkarsanız, orada yaşayan insanların duş alacağı, tarla sulayacağı suyu buharlaştırıyorsunuz demektir. İşte etik sorun burada başlar. Küresel toplamda yapay zekanın su tüketimi belki devede kulak kalabilir ama yerel ölçekte, su stresi yaşayan bölgelerde bu tesisler tam bir parazit gibi davranabilir. Teknoloji devlerinin "Biz suyu geri dönüştürüyoruz" savunmaları, eğer o tesis yeraltı su kaynaklarını kurutuyorsa, halkla ilişkiler çalışmasından öteye gitmez.
Peki, bu karamsar tablonun içinde hiç mi perspektif yok? Var, hem de çok sarsıcı bir perspektif. Yapay zekayı günah keçisi ilan etmeden önce, dönüp tarım endüstrisine, özellikle de mısır üretimine bakmamız gerekiyor. Sıkı durun; Amerika’da sadece mısır üretimi için harcanan sulama suyu, tüm dünyadaki yapay zeka veri merkezlerinin toplam su tüketiminin yaklaşık 80 katıdır. Evet, yanlış okumadınız, seksen kat. "Ama mısır gıdadır, insan yer" diyebilirsiniz. Ne yazık ki o mısırın sadece %1'ini biz yiyoruz. Büyük kısmı hayvan yemi oluyor, ama daha da önemlisi, %40'ı arabalarımızın deposuna giren etanol yakıtını üretmek için kullanılıyor. Yani arabalarımız hareket etsin diye, verimsiz bir yakıt türü olan etanolü üretmek uğruna trilyonlarca litre suyu buharlaştırıyoruz. Bunu yaparken sesimiz çıkmıyor, bunu "normal" kabul ediyoruz ama yapay zeka söz konusu olduğunda kıyameti koparıyoruz. Bu, teknolojiyi savunmak için değil, ikiyüzlülüğümüzü görmek için muazzam bir ayna.
Asıl korkmamız gereken şey su değil dostlar. Su krizi yereldir, yönetilebilir, teknolojisi değiştirilebilir (hava soğutmalı sistemler gibi). Asıl korkutucu olan, bu veri merkezlerinin talep ettiği devasa, akıl almaz elektrik gücüdür. Teknoloji devleri, Microsoft, Google, Amazon, şu an dünyanın dört bir yanına kunduzların baraj inşa ettiği gibi veri merkezleri inşa ediyorlar. Bu tesislerin enerji talebi, mevcut elektrik şebekelerini çökme noktasına getirebilir, fosil yakıt kullanımını artırarak karbon emisyon hedeflerini çöpe atabilir ve elektrik faturalarımızı -evet, sizin ve benim faturamı- dolaylı yoldan şişirebilir. Enerji talebindeki bu artış, su kullanımındaki artıştan çok daha dramatik ve geri dönüşü çok daha zor bir yoldur.
Ve en nihayetinde, zihnimizi kurcalayan o rahatsız edici soru: Ya tüm bunlar bir balonsa? Ya Nvidia çiplerine harcanan trilyonlarca dolar, inşa edilen o devasa beton bloklar, harcanan sular ve yakılan kömürler, vaat edilen o "süper zeka" geleceğini getirmezse? Ekonomi tarihine baktığımızda bu senaryo hiç de yabancı değil. Eğer yapay zeka, verimliliği o kadar da artırmazsa, eğer hukuki ve çevresel engeller bu teknolojinin yayılmasını durdurursa, elimizde atıl kalmış devasa bir altyapı ve harcanmış kaynaklarla kalabiliriz. Ekonomimizin büyük bir kısmını, S&P 500’ün lokomotiflerini, henüz tam olarak kanıtlanmamış bir geleceğe, bir hayale ipotek etmiş durumdayız. İşte uykuları kaçıran, suyumuzun bitmesi değil, bu ekonomi ve enerji üzerine oynanan kumarın kaybedilmesi ihtimalidir.
Sonuç olarak, dijital dünyanın fiziksel bir bedeli var. O "Thinking" yazan ikon ekranda dönerken, bir yerlerde bir türbin dönüyor, bir su ısınıyor ve bir nehir biraz daha ısınıyor. Bunu bilmek bizi teknoloji düşmanı yapmaz, aksine bilinçli birer yurttaş yapar. Geleceği tahmin edemeyiz, Corey Doctorow’un dediği gibi, eğer geleceği tahmin edebilseydik, özgür irademiz yok demek olurdu. İrademiz var. Bu teknolojileri nasıl şekillendireceğimiz, veri merkezlerini nereye kuracağımız, enerjiyi nereden sağlayacağımız bizim elimizde. Sadece çay kaşığı masallarına kanmayalım, trilyon litre korkularına da teslim olmayalım. Gerçek, her zaman olduğu gibi, o karmaşık, gri ve üzerine düşünmeye değer aralıkta bir yerde.