Robert Redford’un 1980 tarihli yönetmenlik denemesi Ordinary People, Chicago'nun zengin banliyösü Lake Forest'in sakin, kartpostal güzelliğindeki manzaralarıyla açılır. Görüntüler, sonbaharın melankolik ve serin renk paletine bürünmüş, kusursuzca biçilmiş çimenler, görkemli evler ve yapraklarla kaplı dingin sokaklardan oluşur. Bu bej tonların hakim olduğu, üst sınıf beyaz Amerikalıların (WASP) yaşadığı bu korunaklı bölgede, her şeyin yolunda olduğu izlenimi veren bir düzen ve sükûnet hüküm sürer. Ancak bu cilalı yüzeyin altında, bir aileyi içten içe çürüten, dile getirilmemiş bir travmanın derin ve rahatsız edici sessizliği yatmaktadır. Bu açılış, filmin temelindeki paradoksu – dışarıdan görünen mükemmellik ile içeride yaşanan duygusal çöküş arasındaki uçurumu – daha ilk andan itibaren seyirciye hissettirir. Redford, bu kasıtlı dinginliği, bastırılmışlığın elle tutulur bir atmosferini yaratmak için bir araç olarak kullanır. Görüntü yönetmeni John Bailey'nin yakaladığı Illinois sonbaharının hüzünlü güzelliği, ailenin içsel çürümesine ironik bir fon oluşturur ve en derin acıların genellikle en kusursuz görünen cephelerin ardında yaşandığını ima eder.
Filmin bu görsel sakinliği, jeneriğiyle keskin bir tezat oluşturur. Siyah bir ekran üzerinde beliren basit, beyaz harflerle yazılmış isimlere hiçbir müzik eşlik etmez. Bu sessizlik, yavaş yavaş yerini hüzünlü bir sonbahar gökyüzünün maviliğine bırakır. Redford'un bu estetik tercihi, filmin anlatısal yörüngesini sembolize eder: sessizliğin karanlık boşluğundan, kırılgan bir anlayışa doğru sancılı bir yolculuk. Bu sessiz başlangıcın hemen ardından Jarrett ailesinin evine, kapalı kapılar ardında yaşanan bir dramın merkezine adım atarız. Baba Calvin (Donald Sutherland), anne Beth (Mary Tyler Moore) ve hayatta kalan tek oğulları Conrad (Timothy Hutton), görünüşte "normal" bir kahvaltı sofrasında bir aradadır. Ancak aralarındaki diyaloglar o kadar kopuk, o kadar mesafelidir ki, sanki her biri aynı anda farklı bir konuşmanın içindedir. Bu sahne, bir oğullarının boğularak ölümü ve diğerinin intihar girişiminin ardından paramparça olmuş bir ailenin temel çatışmasını ortaya koyar. Onların evi, kelimenin tam anlamıyla ve mecazi olarak, kapalı kapıların ardında yaşayan bir yerdir; burada sorunların varlığı bile, kusursuz aile imajını korumak adına inkar edilir. Redford'un gösterişten uzak, ölçülü yönetmenliği, filmin konusunun dramatik bir olaydan ziyade, o olayın sessiz ve aşındırıcı sonuçları olduğunu vurgular. Bu nedenle, açılıştaki "dinginlik" sadece bir mekânı değil, aynı zamanda ailenin psikolojik durumunu da tanımlar.

Ordinary People'ın duygusal gücü, tesadüfi bir oyuncu seçimi başarısından ziyade, Judith Guest'in 1976 tarihli romanının son derece titiz ve saygılı bir adaptasyon sürecinin doğrudan bir sonucudur. O dönemde oyunculuk kariyerinin zirvesinde olan Robert Redford, ilk yönetmenlik denemesi için özellikle "davranış ve duygular" üzerine odaklanan bir materyal arayışındaydı. Bu arayış, onu henüz basılmamış olan Guest'in romanının ön kopyalarına yöneltti ve okuduğu anda aradığı hikâyenin bu olduğuna karar verdi. Bu karar, filmin ticari kaygılardan çok, sanatsal bir içtenlikle şekilleneceğinin ilk işaretiydi. Projenin kalbinde, Redford ile Oscar ödüllü senarist Alvin Sargent arasında üç yıla yayılan yoğun bir iş birliği yatar. Bu uzun geliştirme süreci, o dönem Hollywood'unda nadir görülen bir durumdu ve projenin ne denli özenle ele alındığını gösterir. Daha da önemlisi, bu süreçte yazar Judith Guest de aktif bir rol oynamıştır. Redford, ona senaryo taslaklarını göndererek "çekinmeden eleştirmesini" istemiş, Guest ise bu iş birliğinden her zaman dinlendiğini ve saygı gördüğünü hissettiğini belirtmiştir. Bir eserin yaratıcısıyla kurulan bu diyalog, romanın psikolojik derinliğinin ve otantikliğinin beyaz perdeye başarıyla aktarılmasının temelini oluşturmuştur.
Alvin Sargent'in En İyi Uyarlama Senaryo Oscar'ını kazanan metni, filmin duygusal omurgasıdır. Senaryo, incelikli gözlemleri, duygusal rezonansı ve hassasiyetiyle övgü toplamıştır. Sargent'in dehası, karakterlerin büyük trajedileri melodramatik tiradlarla değil, gündelik hayatın basit, sıradan diyaloglarıyla ifade etmesinde yatar. Karakterler, sorunları hakkında doğrudan konuşmak yerine, bir ailede sıkça görüldüğü gibi, konuların "etrafında" konuşurlar. Bu dolaylı anlatım, diyalogların altına muazzam bir alt metin katmanı yerleştirir ve ailenin içindeki iletişimsizliği ve bastırılmışlığı somutlaştırır. Redford'un yönetmenlik felsefesi de bu senaryoyu mükemmel bir şekilde tamamlar. Kendisi, estetik gösterişten kaçınan, bunun yerine performanslara ve duygusal gerçekliğe öncelik veren "görünmez" bir yönetmenlik tarzı benimsemiştir. Amacı, hikâyenin "sofistike bir banliyö pembe dizisine" dönüşmesini engellemek ve genç bir insanın "içinde büyüdüğü sosyal yapıların sisi arasından" iletişim kurma çabasını keşfetmekti. Bu bilinçli sadelik ve ölçülülük, filmin sıklıkla bir "televizyon filmi" gibi göründüğü yönündeki eleştirileri boşa çıkarır. Aksine, bu üç yıllık özenli geliştirme süreci ve sanatsal vizyon, filmin yaygın olarak takdir edilen duygusal dürüstlüğünün ve incelikli diyaloglarının arkasındaki temel nedendir. Bu süreç, filmin neden bu kadar güçlü olduğunu açıklar: o, bir hikâyenin ruhunu anlamak ve onu sadakatle tercüme etmek için zaman ve emek harcayan bir yönetmenin eseridir.
Ordinary People'ı basit bir aile dramasından karmaşık bir karakter incelemesine yükselten şey, Robert Redford'un dört başrol oyuncusundan aldığı olağanüstü performanslardır. Redford'un oyuncu seçimi, özellikle de komedi rolleriyle tanınan isimleri bu denli ağır bir dramın merkezine yerleştirmesi, cesur ve deha ürünü bir dizi karardan oluşur. Bu seçimler, filmin duygusal dokusunu zenginleştirmiş ve karakterlere unutulmaz bir derinlik katmıştır.
Bu dörtlü içinde en radikal ve en çok konuşulan seçim, şüphesiz "Amerika'nın sevgilisi" olarak bilinen Mary Tyler Moore'un, buz gibi mesafeli anne Beth Jarrett rolü için düşünülmesiydi. Redford, romanı okurken bu rolde hep onun yüzünü gördüğünü, bir kış günü kumsalda gördüğü hüzünlü ve yalnız bir figürün Moore olduğunu fark ettiğinde bu fikrinin pekiştiğini anlatır. Moore'un performansı, eleştirmenler tarafından "tüyler ürpertici", "kırılgan" ve "türünün tamamen zıddı" olarak nitelendirilmiştir. Moore, karakteri bir cani olarak değil, katı ve mükemmeliyetçi yetiştirilme tarzının bir "kurbanı" olarak görmüş ve rolü canlandırırken kendi hayatındaki zorluklardan – evliliğinin sona ermesi, kız kardeşinin ölümü gibi – ilham almıştır. Performansı, büyük jestlerden ziyade, bir ağız kenarı seğirmesi, çöken omuzlar veya gözlerdeki bir anlık titreme gibi incelikli detaylarla örülüdür. Bu ölçülü oyunculuk, onun hayatta kalan oğlu Conrad ile bir türlü bağ kuramamasının trajedisini daha da yıkıcı kılar. Moore'un bu role seçilmesi, basit bir oyuncu tercihinin ötesinde, onun kamusal personasını bilinçli olarak kullanan bir meta-anlatı eylemidir. Seyircinin ona karşı beslediği derin sevgi ve sempati, Beth'in soğukluğuyla karşılaştığında derin bir bilişsel çelişki yaratır. Bu durum, izleyiciyi Conrad'ın konumuna sokar; hepimizin bildiği o sıcaklığı ararız ama o sıcaklık bizden esirgenir. Bu da karakteri salt kötü bir figür olmaktan çıkarıp trajik bir boyuta taşır. Redford, sadece bir aktrisi değil, onun tüm kültürel geçmişini role dahil etmiştir.
Sinemadaki ilk büyük rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar'ını kazanan Timothy Hutton'ın Conrad Jarrett portresi ise ham ve sarsıcı bir kırılganlık sunar. Hutton, Conrad'ın kayıp hissini anlamak için kısa bir süre önce kaybettiği kendi babasının yasından faydalanmış, ancak karakterin akıl hastanesinde yatmak gibi diğer travmalarını hayal gücüyle yaratmak zorunda kalmıştır. Redford, Hutton'ın ekrandaki izolasyon hissini artırmak için ilginç bir yönteme başvurmuş ve diğer başrol oyuncularına set dışında onunla iletişim kurmamaları talimatını vermiştir. Hutton'ın performansı, hayatta kalma suçluluğunun ağırlığı altında ezilen bir gencin, iyileşmeye doğru attığı ürkek adımları dokunaklı bir şekilde yansıtır.
Ailenin duygusal çapası ve arabulucu babası Calvin rolündeki Donald Sutherland ise, adeta bir "sinema oyunculuğu masterclass'ı" sergiler. Kendi yasıyla boğuşurken bir yandan da ailesini bir arada tutmaya çalışan bu adamın portresini çizerken, Sutherland filmin ahlaki merkezini oluşturur. Onun sanatsal dürüstlüğünü ve role olan bağlılığını gösteren önemli bir anekdot, filmin çekimleri bittikten aylar sonra yaşanmıştır. Beth ile olan nihai yüzleşme sahnesindeki performansının "fazla abartılı" olduğunu düşünen Sutherland, Redford'dan sahneyi yeniden çekmeyi talep etmiş ve Redford bu talebi kabul etmiştir. Hatta yeniden çekimde, sette olmayan Moore'un repliklerini kamera arkasından bizzat Redford okumuştur. Sutherland'in bu olağanüstü performansına rağmen Oscar'a aday gösterilmemesi, sinema eleştirmenleri arasında hala bir tartışma konusudur.
Tıpkı Moore gibi komedi dizilerindeki rolüyle tanınan Judd Hirsch ise, psikiyatrist Dr. Berger karakteriyle çığır açan bir performans sergiler. Hirsch, psikiyatristi soğuk bir "beyin doktoru" olarak değil, sıcak, esprili ve derin bir şefkat sahibi bir profesyonel olarak canlandırır. Onun bu tasviri, o dönem için devrim niteliğindeydi ve terapiyi geniş kitlelerin gözünde meşrulaştırıp damgalanmaktan kurtarmaya yardımcı oldu. Dr. Berger, ailenin sunamadığı güvenli alanı yaratarak Conrad'ın iyileşme sürecini başlatan katalizör olur. Bu dört performans, Hutton'ın gerçek yası, Moore'un kişisel çalkantıları ve Sutherland'in sanatsal özeleştirisi gibi gerçek hayat deneyimlerinin ve profesyonel adanmışlığın bir araya gelmesiyle, senaryonun ötesine geçen bir duygusal otantiklik yaratmıştır. Redford'un ilk yönetmenlik denemesindeki dehası, gösterişli kamera hareketlerinde değil, bu ham duygusal enerjiyi tanıma, seçme ve yönetme becerisinde yatar.
Ordinary People'ın estetik tercihleri, tıpkı karakterleri gibi, ölçülü ve içe dönüktür. Film, duygusal yoğunluğunu bağıran diyaloglar veya dramatik kamera hareketleriyle değil, bilinçaltına işleyen incelikli görsel ve işitsel bir dille inşa eder. Bu dilin iki temel unsuru, John Bailey'nin görüntü yönetmenliği ve Johann Pachelbel'in Kanon'unun filmin müzikal leitmotifi olarak kullanılmasıdır. Bu unsurlar, filmin bastırılmışlık ve keder temalarını güçlendiren sessiz ama güçlü bir anlatı katmanı oluşturur.
Görüntü yönetmeni John Bailey, bilinçli olarak dikkat çekmeyen, hikâyenin ve oyuncuların önüne geçmeyen "görünmez" bir stil benimsemiştir. Ancak bu sadelik, bir stil yoksunluğu değil, aksine derin bir anlama hizmet eden kasıtlı bir tercihtir. Bailey'nin kompozisyonları, ailenin duygusal dinamiklerini görsel olarak tercüme eder. Özellikle Beth karakteri, sık sık kapı pervazları veya pencerelerle çerçevelenerek ailenin geri kalanından görsel olarak izole edilir. Bu kadraj tercihleri, onun duygusal kopukluğunu ve aile içindeki yalnızlığını diyaloglardan çok daha etkili bir şekilde anlatır. Bailey'nin kamerası, Midwest sonbaharının "soğuk ve melankolik güzelliğini" yakalayarak, filmin genel hüzünlü tonuyla uyumlu bir görsel palet yaratır. Bu "sade" sinematografi, aslında duygusal bastırılmışlığın dikkatle inşa edilmiş bir görsel metaforudur.
Filmin kimliğiyle özdeşleşen en önemli estetik unsur ise, Johann Pachelbel'in Re Majör Kanon'unun kullanımıdır. 1980 yılında filmin vizyona girmesiyle birlikte geniş kitleler tarafından tanınan ve popülerleşen bu Barok dönem eseri, filmin müzikal ruhunu oluşturur. Eser, hem Conrad'ın okul korosunun provalarında hem de filmin genel müziğinde tekrar tekrar duyulur. Pachelbel'in Kanon'unun hem düğünlerde hem de cenazelerde yaygın olarak kullanılması, onu aşk, kayıp, aile birliği ve dağılma gibi temaların kesişim noktasında duran bu hikâye için mükemmel bir motif haline getirir. Melodinin döngüsel ve tekrarlayan yapısı, yasın ve anıların kaçınılmaz, sürekli geri dönen doğasını yansıtır. Bu müzik seçimi, basit bir "hüzünlü fon müziği" olmanın çok ötesindedir; Jarrett ailesinin içinde sıkışıp kaldığı iki kutbu – evliliğin birleştirici doğası (Calvin ve Beth) ve ölümün ayırıcı trajedisi (Buck'ın kaybı) – aynı anda temsil eder. Film, bu müzik aracılığıyla temel çatışmasını notalara döker ve bu sayede sinema dünyasının ötesinde, popüler kültür üzerinde derin bir etki bırakarak bu eseri adeta yeniden keşfeder.
Ordinary People, sadece bir aile dramı olmanın ötesinde, 1970'lerin sonu ve 1980'lerin başındaki Amerikan sosyo-kültürel iklimini yansıtan ve aynı zamanda şekillendiren önemli bir kültürel belgedir. Film, idealize edilmiş Amerikan ailesi mitinin ulusal bilinçte çatlamaya başladığı bir dönemde vizyona girmiştir. Vietnam Savaşı ve Watergate Skandalı'nın yarattığı toplumsal sarsıntının ardından gelen bu dönem, ekonomik belirsizliklerin ve genel bir "huzursuzluk" halinin hakim olduğu bir zamandı. Bu çalkantılı zeminde, film, o güne dek genellikle halının altına süpürülen tabuları cesurca gün ışığına çıkardı.
O dönemde akıl sağlığı sorunları, depresyon ve terapi, özellikle Jarrett'lar gibi zengin, "kusursuz" banliyö topluluklarında, yüksek sesle konuşulması ayıp sayılan, damgalanmış konulardı. Başkan Jimmy Carter'ın Akıl Sağlığı Komisyonu, ülkedeki ruh sağlığı hizmetlerindeki sistemik eksiklikleri henüz yeni raporlamıştı. İşte böyle bir atmosferde
Ordinary People, genç intiharı, travma sonrası stres bozukluğu (o zamanlar bu terim yaygın olmasa da), hayatta kalma suçluluğu ve psikoterapinin gerekliliği gibi konuları, ana akım sinemada eşi benzeri görülmemiş bir empati ve dürüstlükle ele aldı. Filmin kahramanlarını varlıklı, eğitimli ve "sıradan" insanlar olarak sunması, bilinçli bir tercihti. Bu seçim, duygusal travmanın herhangi bir sosyal sınıfla sınırlı olmadığını ve hatta bir mükemmellik ve görgü perdesinin arkasına gizlendiğinde çok daha yıkıcı olabileceğini vurguluyordu.
Bu bağlamda film, bir kültürel katalizör görevi gördü. Akıl sağlığının tabu olduğu bir dönemde , terapinin gerçekçi ve olumlu bir şekilde tasvir edilmesi , milyonlarca izleyiciye daha önce konuşulmayan aile travmalarını anlamak için bir dil ve bir çerçeve sundu. Filmin eleştirel ve ticari başarısı, özellikle de kazandığı Oscar ödülleri, bu hassas konuların meşruiyet kazanmasına ve daha geniş bir toplumsal tartışmanın fitilini ateşlemesine yardımcı oldu.
Ordinary People, akıl hastalığının fakirlerin veya marjinalize edilmiş kesimlerin bir başarısızlığı değil, evrensel bir insanlık durumu olduğunu savunarak, Amerikan toplumunun kendi kendine anlattığı "her şey yolunda" hikayesinde derin bir çatlak yarattı. Bu, filmin en önemli sosyal mirasıdır; sadece bir hikâye anlatmakla kalmadı, ulusal bir diyaloğun başlamasına öncülük etti.
1981 yılındaki 53. Akademi Ödülleri töreni, sinema tarihinde en çok tartışılan anlardan birine sahne oldu. O gece Ordinary People, En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında dört büyük ödül kazanarak zafere ulaştı. Ancak bu zafer, filmin mirası üzerinde hem bir onur hem de ağır bir yük olacaktı. Çünkü o gece mağlup ettiği en büyük rakip, Martin Scorsese'nin sinematik bir güç gösterisi olan ve pek çok eleştirmen tarafından sinema tarihinin en büyük filmlerinden biri olarak kabul edilen Raging Bull idi. Raging Bull'un sekiz adaylıktan sadece iki ödülle (En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Kurgu) ayrılması, o günden bu yana süregelen bir tartışmayı başlattı.
Bu tartışma, temelde iki farklı sinema anlayışının çarpışmasını temsil eder. Bir yanda, Scorsese'nin içgüdüsel, biçimsel olarak cüretkâr, acımasız ve duygusal olarak mesafeli karakter incelemesi; diğer yanda ise Redford'un sakin, duygusal olarak erişilebilir ve nihayetinde bir tür katarsis ve umut sunan insancıl draması yer alır. Akademi'nin tarihi, genellikle karanlık ve yüzleşmeci sanatsal ifadeler yerine, insani bağları ve kurtuluş temalarını yücelten filmleri ödüllendirme eğilimindedir.
Raging Bull, toksik erkekliğin ve kendi kendini yok edişin en dibine inen, rahatsız edici bir başyapıttı. Ordinary People ise acının ortasında iyileşme ve anlayış vaat ediyordu. Akademi, o gece iyileşmeyi seçti.
Bu ikilik, filmin uluslararası ve Türk eleştirmenler arasındaki yankılarında da görülebilir. Bazı Türk eleştirmenler filmi yavaş bulmuş ve Oscar'ı, özellikle de Raging Bull gibi bir rakip karşısında hak etmediğini düşünmüştür. Diğer yandan, pek çok yorumcu filmin sakin gücünü, önemli temalarını ve aile dinamiklerini gerçekçi bir şekilde ele almasını övmüştür. Filmin BAFTA ve Japon Akademi Ödülü gibi uluslararası platformlarda da aday gösterilmesi, onun duygusal hikâye anlatımının evrensel bir karşılığı olduğunu kanıtlar. Ancak Ordinary People ile Raging Bull arasındaki tartışma, hangi filmin "daha iyi" olduğuyla ilgili basit bir sorudan ibaret değildir. Bu, bir sinema topluluğunun belirli bir anda neye değer verdiğiyle ilgilidir. 1981'deki oylama, biçimciliğe karşı hümanizmin, estetik yüzleşmeye karşı duygusal katarsisin zaferini temsil eder. Paradoksal bir şekilde, bu tek Oscar zaferi, filmin itibarını bir yönden zedelemiş, onu on yıllardır savunma pozisyonunda bırakmış ve kendi derin sanatsal erdemlerinin gölgede kalmasına neden olmuştur. Film, çoğu zaman "Raging Bull'u yenen film" olarak anılmış, bu etiket onun kendi başına ne kadar dokunaklı ve önemli bir yapım olduğunu unutturmuştur.
Ordinary People'ı bugün, vizyona girmesinden kırk yılı aşkın bir süre sonra izlemek, onun sadece ait olduğu dönemin bir ürünü olmadığını, aksine modern psikolojik dramanın temel metinlerinden biri olduğunu fark etmektir. Filmin yas, suçluluk, aile içi işlev bozukluğu ve duygusal dürüstlük mücadelesi gibi temaları, 1980'lerin banliyö atmosferini aşan evrensel bir nitelik taşır. Onun eskimeyen gücü, hikâyesini zamansız arketipsel yapılar üzerine kurmasından ve insan ruhunun en temel çatışmalarına dokunmasından gelir.
Filmin karakterleri, modern izleyicinin kolayca bağ kurabileceği, kalıcı arketipler olarak görülebilir. Conrad, dışsal bir maceraya değil, içsel bir iyileşme yolculuğuna çıkan "Yaralı Kahraman"dır. Kendi "gölgesiyle" – yani ağabeyinin ölümünden duyduğu suçluluk ve kederle – yüzleşerek yeniden doğmak zorundadır. Baba Calvin, şefkati ve ailesini koruma arzusuyla tanımlanan, genellikle kendi duygusal ihtiyaçlarını ikinci plana atan "Bakıcı" arketipidir; o, hikâyenin ahlaki pusulasıdır. Anne Beth ise, kendi işlenmemiş travmalarından ve mükemmeliyetçi ideallere katı bir şekilde bağlılığından kaynaklanan soğukluğuyla bir "Buz Kraliçesi" veya kahramanın üstesinden gelmesi gereken bastırılmış güçleri temsil eden "Gölge" figürüdür. Değişmeyi reddetmesi, onu trajik bir karaktere dönüştürür. Ve son olarak Dr. Berger, kahramana yolculuğunu tamamlaması için gereken araçları ve bilgeliği sunan "Bilge" veya "Mentor" arketipidir. Bu arketipsel çerçeve, Jarrett ailesinin özel hikâyesine mitik bir boyut kazandırarak, onu nesiller boyunca izleyicilere hitap edebilecek evrensel bir anlatıya dönüştürür.
Akıl sağlığı, nesiller arası travma ve toksik aile dinamikleri gibi konuların artık daha açık bir şekilde tartışıldığı günümüz toplumunda, Ordinary People şaşırtıcı derecede öngörülü bir film olarak duruyor. Beth'in karakteri, günümüzün psikolojik mercekleriyle – bağlanma teorisi veya narsisistik kişilik özellikleri gibi kavramlarla – yeniden analiz edilebilir ve bu da filme yeni anlam katmanları ekler. Film, Amerikan Güzeli gibi daha sonraki banliyö eleştirilerine zemin hazırlayan etkili bir öncül olarak da görülebilir.
Nihayetinde, filmin en kalıcı mesajı, iyileşmenin acıyı bastırmaktan değil, onunla yüzleşmekten geçtiği ve gerçek bir bağ kurmanın kırılganlığı göze almayı gerektirdiğidir. Filmin sonunda Calvin ve Conrad arasındaki o basit kucaklaşma ve fısıldanan "Seni seviyorum" sözleri, mükemmel bir çözüm değil, umut dolu yeni bir başlangıçtır. Bu an, ailenin enkazından geriye kalan iki üyenin, birbirlerine tutunarak yeniden başlamaya hazır olduğunu gösterir. Bu yüzden Ordinary People, tartışmalı Oscar zaferinden bağımsız olarak, kendi sanatsal ve insani değerleriyle ayakta duran, sıradan insanların olağanüstü acılarını ve umutlarını anlatan, zamana meydan okuyan bir klasiktir.