Amerikan kültürel tarihinde “erkeklik” tanımı yıllar içinde elbette çok kez değişim göstermiştir. Sanayileşme, emperyalizm, savaşlar, göç, komünizm ve diğer sayısız etken devreye girdikçe, “erkek” tanımı zaman içinde farklılıklar göstermiştir. En göze çarpan değişimlerden birisi olarak, 19. yüzyılın rijit bireyselciliğinin, 20. yüzyılın başlarındaki hızlı kentleşme ve sanayileşmenin etkisiyle silikleşmesini söyleyebiliriz. (Belki de sadece etkilerini toplumsal olarak hala hissedebildiğimizden kaynaklanıyordur.) Bu değişimlerle beraber, erkeklik tanımı daha çok çalışkan, yorulmayan ve itaatkar erkek modeline evrildi ki, bu da tam bu tür işçilerin omuzlarında yükselecek olan şirketlerin istediğiydi. Sanayi devriminin devamında gitgide palazlanan bu şirketlerin, özgürlük arayacak erkeklerle işi zor olurdu, öyle ya, asbest dolu bir ortamda, kanser olma pahasına, yıllarını ailelerini geçindirmek için tüketecek erkeklerin itaat etmeleri şarttı. 1955 yılında yayınlanan Man in the Grey Flanel Suit kitabı ne kadar kurgu olsa da, bir o kadar gerçekçi haliyle bu döneme ait eleştirel bir gözlem sunmaktadır. Uzatmadan belirteyim, Roosevelt döneminin bu erkek modeli, 2. Dünya Savaşı sonrası, özellikle 1950'lerin ikinci yarısında iflas etti. Özellikle Kaliforniya eyaleti, bu değişimin en etkili olduğu bölgelerden birisi olarak göze çarpar.

enter image description here

Yirminci yüzyılın sonlarına doğru yaklaşırken ortaya çıkan yeni “erkek” tanımını, diğer bir çok kültürel akımdan, ve araçtan önce algılayıp topluma lanse eden bir film olarak Die Hard serisinin ilk 3 filmini hatırlamakta da bu yüzden fayda vardır. Bruce Willis’in canlandırdığı John McLane belki de içten içe, en çok bu yüzden sempatimizi kazanmış, beyazperdede izlediğimizde yüzümüzü güldürmüştür. Zira John McLane, 80'ler döneminde klişeleşmiş ikonlardan, John Wayne’den, Chuck Norris’den, Sylvester Stallone’dan, Arnold Schwarzenegger’dan çok farklı bir ikondur. Diğer arketipler birbirlerinden farklılıklar gösterse de temel unsurları Roosevelt dönemi erkeğine uyan tavırlarıdır. Çalışkandırlar, yorulmazlar ve itaatkardirler. Beyinden önce kasları, duygularından önce yumrukları devreye girer. Rambo bunlardan bir nebze farklı olsa dahi, sonuçta ikinci filmden itibaren pervasız bir kas yığınına dönmekten kendini alamamıştır. (Yeri gelmişken yeni dönem “erkek” modelini algılayan bir film olarak “Point Break (1991)” listeye eklenebilir.)

Die Hard elbette, duvarları yıkacak kadar sert bir malzeme değildir, ama erkeklik tanımının değişimine karşı oluşan duvarın da aşılabileceğine dair bir göstergedir. İlerleyen yıllarda Zero Dark Thirty (2012) ve Hurt Locker (2008) gibi filmlerin de beyazperdede hayat bulmasına bilinçsiz bir şekilde yardımcı olduğu söylenebilir. Bu yüzden Bruce Willis, Los Angeles İş Hayatı ve 1980'lerin sonunu bir arada bize hissettiren bu eser hakkında belki bildiğiniz, belki de bugüne dek hiç farkına varmadığınız bazı göndermeleri hatırlatmak isterim.

Alan Rickman tarafından hayat verilen Avrupa menşeili kötü karakter, Hans Gruber ile telsiz konuşmasını hatırlayarak başlayalım. Hans Gruber, kusursuz planını bozup duran John McClane ile ilk telsiz konuşmasında “Adımı biliyorsun, peki sen kimsin? Çocukken çok fazla film izlemiş bir başka Amerikalı mı?” der ve devam eder. “İflas etmiş kültürünüzün etkisiyle, kendini John Wayne zanneden biri misin? Yoksa Rambo mu? Mareşal Dillon mı?”. McClane ise karakterinden fışkıran sarkastik yaklaşımı ile “Roy Rogers” der. Sarkazm mıdır, yoksa direk olarak daha az maskülen bir western ilahı olmasından mıdır bilinmez bu ismi seçmesi. Ama cevabın ne olduğundan bağımsız bir şekilde, Hollywood filminde bir karakter, maço tavırları aşağılayan bir diyalogda savunmaya geçmez. Ki bu diyalog, bize filmde sunulan erkeklik tanımı hakkında ufak ama keskin bir ipucudur.

Sly ve Arnold gibi ikonların aksine, John McClane çok daha çelimsiz ve yorgun bir karakterdir. Film çekilirken 32 yaşında olan Bruce Willis alışılagelmiş aksiyon kahramanlarının aksine, hiç göz korkutmayan birisidir, ve filmde sanki çok daha yaşlıdır. Kesin olan şey ise, diğerlerinin aksine John McClane sıradan bir yetişkindir. Saçları dökülen, boşanmak üzere olduğu bir karısı ve iki çocuğu olan, çevresinde anlamlandıramadığı olgulara homurdanmakla yetinen bir orta yaş sendromlu ebeveyndir, bizden biridir. Havaalanında sevgilisinin kucağına zıplayan kızı gördüğünde “Kaliforniya” derken gözlerini imalı şekilde oynatan, içten içe değişen dünyanın gerisinde kalmaktan şikayet eden, biraz eski kafalı, sade bir vatandaştır. Eski erkek tanımında büyüse de, yeni erkek tanımını da dışlamaz, ayak uyduramasa da kabullenir bir hali vardır.

McClane’in nasıl bir çetin ceviz olduğunu anlamamız için yaklaşık 40 dakika beklememiz gerekecektir. Aksiyon filmlerindeki örneklerin aksine, John McClane karakterinin maçoluğunu sergileyeceği bir sahneyle açılış yapmaz Die Hard. Bunun yerine, bu 40 dakika boyunca onun huysuz doğasını, kırık kalbini, kaybetmek üzere olduğu eşi Holly’ye hala devam eden sevgisini, çocuklarına özlemini anlatır. Filmin aksiyona bulanmış sahneleri arasında dahi John McClane hüzünlü birisidir. Çavuş Al Powell’a evliliğinde hatalar yaptığını ve eşine yeterince destek olamadığını anlattığı sahnedeki replik, neredeyse bir terapi seansını andırır. Günümüzde bu tür sahnelere alışık olsak da, 1988 yılında izleyicinin önüne attığınız aksiyon filmi kahramanının, bu denli nahif, hassas ve kırılgan bir diyalogda yer alması sıradışı bir durumdur.

Die Hard, tüm izlediğiniz süre boyunca sizi 80'li yılların aksiyon filmlerindeki klişelerden uzaklaştıran bir yapıdadır. McClane gayet dişli bir kahraman olmasına rağmen kırılgandır, bu kırılganlığı sinik ve sarkastik bir mizah anlayışı ile örtbas etmeye çalıştığını izleyici bilir sadece, düşmanları için ise (kahramanlığın olmazsa olmazı) tam bir baş belasıdır. Film boyunca maço tavırlar sergileyen her karakter (örneğin FBI ajanı Johnsons, Polis Şefi Yrd. Dwayne T. Robinson) eninde sonunda kaybeder. Kaybetme halleri de gayet aptalca ve saçmaladıklarını alenen gösteren bir halde sunulur. Tüm bu hengamenin ortasındaysa Holly McClane, sanki erkeklik tanımındaki değişimi hatırlatmak adına oradadır. Tüm çalışanların rehin alındıklarındaki panik halleri arasında, dengeli ve soğukkanlı tavrıyla, aklın temsilcisi gibi yer alır tüm sahnelerde. Ölümünde yas tuttuğum Alan Rickman’ın canlandırdığı Gruber bile soğukkanlı ve akıllı bir düşmandır, sinsidir, ama göze batmaz, sıradan birisidir, (ölüm sahnesi hariç) en zor anda bile panik olmaz, tabii kas yığını ekibinin bu tavırda olamayacakları kesindir, ama olsun o kadardır.

Die Hard, 1980'li yılların sonunda Los Angeles şehrinin ekonomik manzarası üzerinden, Amerikan ekonomisindeki değişimleri de işaret eder bir tavırdadır. Mike Davis imzalı “City of Quartz” yayınlanmadan birkaç sene öncesinde, dönemin Los Angeles Belediye Başkanı Tom Bradley yönetiminin ülkenin pasifik kıyılarına yabancı yatırımların gelmesine olanak sağlamasına, ve metropol çevresindeki yapılaşmanın ilgi çekici değişimini beyazperdeye Nakatomi Binası üzerinden değinir. Holly, bir Japon firmasında çalışmaktadır. Şirketin yükselişi de, bir zamanlar hor görülen, atom bombası ile cezalandırılan Japonların ulusal ekonomilerine nasıl girdiklerini gösteren bir ibaredir aslında, tabii aynı korkular günümüzde Çin üzerinde yoğunlaşsa da, Die Hard, Amerikan ulusunun korkularını basit ve yalın bir dille, gizlice aktarmaya başlar. Yükselen Japonya, saldıran Avrupa, koruyan ve birleştiren Amerika imajı altında süren hikayede Gruber pop-kültürle dalga geçerken, kendisi de bu kültürün içindedir aslında, Holly ise filmin sonunda onca mantıklı hamlesine rağmen, kariyerini bir kenara bırakıp John McClane ile olan eğreti hayatına geri döner, çünkü Amerikan kapitalizmine içten içe duyulan öfkeyi, bir Amerikalı, pek de tahmin etmeyeceğimiz bir kahraman yerle bir etme pahasına korumuş, ve sistemi “çalışkan itaatkar erkek” imajından ödün vermeden devam ettirmiştir. Japonların dahil olduğu bir sistem dahi olsa, onları kendileri bombalasa da, Avrupa’nın sömürgeci yaklaşımından koruyan bir defa daha Amerika’dır yani.

Bu kadar derinlemesine alt metin okuma çabamı bir kenara bırakıp, gelin size biraz da Zor Ölüm, yani Die Hard filmlerinin oluşumundaki hikayeyi anlatayım. (Aslında bu kısım, ikinci bir yazı olabilecek bir bölüm, ama Die Hard üzerine iki yazı yazmak da ne bileyim?)

Klişe girişle başlayayım o halde. Hangi aksiyon filmi severe sorarsanız sorun, Die Hard, türün şimdiye kadar yapılmış en iyi filmleri arasında yer alır. John McTiernan yönetmenliğini üstlenmiş, görüntü yönetmeni Jan de Bont harika bir iş çıkarmış, ve Bruce Willis, Alan Rickman ve Bonnie Bedelia oyunculukları ile bu yapıtı devleştirmişlerdir. İlk filmin şüphesiz ki en can alıcı noktası John McClane ve onu tanıma sürecimizdir. Vurulduğunda, yaralandığında acı hisseden, zaman zaman pes etme noktasına gelen bir karakteri filmin bize nasıl gösterdiğini yukarıdaki paragraflarda (belki gereğinden fazla uzunlukta) anlattım elbette. Lakini devam filmleri, serinin gerilim faktöründen aksiyona sapmasıyla beraber, bu özgün anlatımından uzaklaşmaya başlamıştır. O nedenle bu yazıda, tıpkı Rambo incelemesinde olduğu gibi serinin ilk üç filmini ele almayı uygun görmekteyim. Yine de Die Hard serisinin, bugün izlediğimiz ve her adımı dikkatle planlanan sinema evrenlerinin olduğu devirden çok önceki bir dönemden geldiğini hatırlamak önemlidir. Orjinal senaryosuna sadık kalınsa, Zor Ölüm çok farklı bir film olabilirdi ve serinin ilk üç filminin de arka planlarında da gayet ilginç hikayeler var.

Zor Ölüm — Die Hard (1988)

Aslına bakarsanız Die Hard serisinin ilki yani Die Hard 0 olarak adlandırabileceğimiz bir roman ve filmi vardır. Die Hard filmi Roderick Thorp’un 1979 yılında yayınlanan Nothing Lasts Forever romanına dayanır, Thorp’un bu hikayenin öncesini anlatan romanı da The Detective ismindedir, ve sinema uyarlamasında Frank Sinatra oynamıştır. Karakterin ismi Joe Leland’dır, ve devamında da oynaması teklif edildiğinde, bu yaşta beni havalandırma kanallarında mı emekleteceksiniz gibi bir cevap vermiştir Sinatra. Tabii ki senaryo kitaba tamamen uymaz, hatta kitabın kendisine de ilham veren film The Towering Inferno olmuştur. Irwin Allen’ın yıldızlarla süslü bu felaket filmi, Thorp’a ilham kaynağı olmuş, romanda da Alman teröristlerin bir şirkete ait binayı ele geçirmesi konu alınmıştır.

Romandaki kahramanın adı Joe Leland’dır. Emekli ve boşanmış bir polis olan Leland, filmdeki Nakatomi Şirketi yerine Klaxon Oil şirketinin binasındaki bir maceraya sürüklenmekteyken, rehine alınan bu sefer karısı değil, kızıdır. Romandakine en yakın bırakılan karakter, Harry Ellis olmuştur. Kendini beğenmiş, züppe bir kokainmandır, kahramanımızın kızına sarkıntılık eder, ve filmdeki gibi teröristlerle pazarlığa oturduğunda öldürülür.

Not olarak eklemekte fayda olacak bir bilgi paylaşayım buraya. Olur da, Die Hard filmi hakkındaki hikayeleri araştıracak olursanız, filmin Arnold Schwarzenegger’in Commando filminin devamı olarak çekileceği, ancak vazgeçildiği hikayesine rastlayabilirsiniz. Ancak bu Commando’nun senaryosunu da yazan Steven E. de Souza tarafından kesin bir dille yalanlanmıştır. Hatta Commando 2 için yazılmış senaryonun yıllarca kullanılmadığını, uzun yıllar sonra Schwarzenegger-Stallone ikilisinin yer aldığı Escape Plan filminde bazı yerlerinden faydalanıldığını söylemektedir.

Sonuçta, tüm bu hikaye de Souza ve Jeb Stuart’un Nothing Lasts Forever romanını Die Hard senaryosu olarak uyarlamasıyla sonuçlanır. Ana karakterimiz Frank Sinatra yaşlarındaki Joe Leland yerine Bruce Willis yaşlarındaki John McClane karakterine evrilir, Bruce Willis 5 milyon dolar civarı bir sözleşmeye imza atar ve devamı aksiyon sinema tarihine geçen bir filmle sonuçlanır.

Die Hard 2 (1990)

İlk filmin senaristlerinden Steven E. de Souza, bu sefer yeni ortağı Doug Richardson ile yazdıkları senaryoda, bu sefer Walter Wager’in 58 Dakika isimli romanını temel alırlar. 1987 yılında yayınlanan bu hikayenin kahramanı da, karısını taşıyan uçak düşmeden önce havaalanını ele geçiren teröristlerle çatışaya girer. Richardson ve de Souza, hikayeyi şekillendirirken John MacClane ve karısı Holly ile beraber ilk filmden bir karakteri daha olaylara eklerler. Bu isim William Atherton’ın canlandırdığı çamur kıvamlı gazetecimiz Dick Thorburg olur.

Şahsen her ne kadar ilk filmin yönetmeni John McTiernan’ı arattığını düşünsem de, Die Hard 2, yönetmen Renny Harlin’in elinde çok daha haşmetli, gürültülü, şiddetli, aksiyon dolu ve haliyle çok daha pahalı bir yapım olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira, 70 milyon dolarlık bütçesi, ilk filmin neredeyse iki katıdır.

Bir not da buraya düşmemde fayda var. Biraz fazla meraklıysanız, Die Hard 2'nin, bir nevi Fransız versiyonu da vardır. Zira Walter Wager’ın romanının uyarlaması olarak çekilmiştir. 58 Minutes Pour Vivre veya 58 Minutes to Live ismi ile yayınlanmış ve filmde romanın orjinaline daha sadık kalınmıştır.

Bu filmle ilgili bir Black & Decker davası vardır ki, anlatmazsam olmaz.

Günümüzdeki gibi ürün yerleştirme olgusunun, pek de yasal çerçevelerde işlemediği yıllarda çekilen bu filmlerin bütçeleri oluşturulurken, gizliden gizliye bir çok markanın sinema sektörü ile tanınırlığını arttırdığı bilinen bir durumdur. Ford’un Avrupa’da özellikle Alman ve İtalyan markalarla rekabet edebilmek için sinema sektörüne katkısı, Vespa’nın romantik filmlerde İtalya’nın daracık sokaklarında arz’ı endam edişi, Bond’un değişmez Aston Martin ve Jaguar tutkusu gibi markalarla süslü sahneler o dönemin bulanık hukuki süreçlerinde nasıl değerlendirileceği pek bilinmeyen hamleler olarak tarihte yerini almıştır.

Die Hard 2'nin çekimlerine başlanırken 20th Century Fox şirketi de bütçenin oldukça büyük olacağını bildiğinden, çeşitli yatırımcılarla görüşmeler yapmışlardı. Bunlardan birisi de Black & Decker şirketiydi. Varılan anlaşmaya göre, John McClane filmin bir sahnesinde Black & Decker ürünü olan akülü ve elektrikli Univolt matkabını kullanacaktı, sahnede bu matkap havaalanı tünelindeki bir hava kanalı ızgarasını çıkarmakta işe yarayacak ve izleyicilere “bakın, ne işlevli ve pratik bir ürün” algısı sunulacaktı. Karşılığında ise marka 20bin USD civarı bir ödeme yapacaktı.

Tabii bu ödeme karşılığında, Black & Decker kendi planını da filmin yayınlanacağı döneme göre zamanlanmış bir reklam kampanyası ile işleme almıştı. Film 1990 yılının Haziran ayında yayınlanacaktı, reklamlar Nisan — Mayıs gibi başladı, Babalar Günü hediyesi olarak satılması hedeflenen Univolt’un reklamları Die Hard temalı şekilde hazırlandı, Babalar Günü promosyonlarının tam da en hızlandığı zamanda ABD’de sayısız Univolt matkap, 15binden fazla mağazaya gönderildi.

Ta ki, ufak bir sorun başgösterene kadar…

Söz konusu sahne, kurguda filmden çıkarılmıştı. John McClane ile Univolt film boyunca hiç kavuşamayacaklardı. Tabii Black & Decker bu durumu hoş karşılamadı, derhal reklam ajansı Krown/Young & Rubicam aleyhine, müşterileri gözünde “güvenilirlik kaybı” yaşadığı gerekçesiyle 150bin USD tazminat talep eden bir dava açtı. Ayrıca firma, bu reklam kampanyasına bağlı çok sayıda etkinlik ve promosyonun planlanmasına rağmen, yapılan anlaşmaya uyulmadığını filmin sinemalarda gösterimine 3 gün kala öğrenmesini de ekledi. Tabii ki, bu 3 gün içinde açılan davanın da alelacele yapılmış bir hamle olması kaçınılmazdı.

Dava esnasında ortaya çıkan trajikomik gerçek ise, Black & Decker’ın söz konusu 20bin doları aslında hiç ödememiş olduğuydu. Yani henüz ödeme yapılmamıştı, davada bu durum Black & Decker’ın elini güçsüzleştirecek gibi görünse de, 20th Century Fox avukatları, davadan vazgeçilmesi karşılığında Black & Decker ile bir anlaşmaya vardılar. Anlaşmanın şartları neydi, bilinmez ama olay bir şekilde kapandı.

Bu davanın gülünç olması dışında en önemli özelliği, bir filmde ürün yerleştirme konusunda açılan ilk dava olmasıdır. Ki davanın sonucunda firma az veya çok zararını telafi edebilmiştir ve bu sonuç da oldukça akıllı bir hamle olduğunu doğrulayarak, ileri dönemlerde bu tür konularda firmaların yol haritalarını oluşturması için bir rehber niteliği taşımasına yol açmıştır. Merak edeniniz varsa, dava konusu olan sahne bugüne dek günışığına çıkmamış, muhtemelen kaybolup gitmiştir. Tıpkı artık üretilmeyen Univolt matkap gibi…

Die Hard With a Vengeance (1995)

Tıpkı diğer iki Die Hard filmi gibi, serinin üçüncüsü de aslında tamamen başka bir film için düşünülmüş senaryolardan ortaya çıkmıştır. Filmin yapılması için bir plan olsa da, bir çok senaryo reddedilmiş, ve 1995 yılında John McTiernan’ın yönetmen koltuğuna yeniden oturduğu haliyle karşımıza çıkmıştır.

İlk dikkate alınan senaryo “Troubleshooter” olarak anılır ve James Haggin tarafından yazılmıştır. Bu senaryoya göre McClane Karayiplerde gezinen bir turistik gemide teröristlerle kozlarını paylaşacaktır. Ama prodüktörler benzer bir senaryo ile Under Siege isimli filmin çekimlerine başlanacağını öğrenince bu senaryodan vazgeçmişlerdir. İlginç olan ise, Under Siege senaryosu da yolcu gemisinde geçen bir filmden, savaş gemisinde çatışma haline evrilecek, ve “Troubleshooter” sonraki zamanlarda “Speed 2” filminin senaryosu olarak beyazperdeye yansıyacaktır.

Sorun şu ki, Die Hard serisi ikinci filmden sonra sürekli kendini tekrarlamak gibi bir riski taşımaktadır. Senaryonun omurgası aslında gayet basittir. John McClane bir yere gider, orayı teröristler basar, kahramanımız hadlerini bildirir ve mutlu son. Tabii bu işe yarar sadelik, o dönemde çekilen bir çok filmin Havada Die Hard, Karada Die Hard, Dağda Die Hard, Denizde Die Hard gibi esprilere konu olmasına neden olur. Bunlara en net örnekler dağda geçen Cliffhanger, ve uçakta geçen Executive Decision filmleridir. Bu durumdan da en çok John Milius, Doug Richardson ve John Fasano senaryolarının bir türlü kabul görmemesi ile etkilenecektir.

Tüm bu ümitsiz uğraşılar arasında, Jonathan Hensleigh isimli dönemin yeniyetmesi sayılacak bir senaristin geçmişte yazdığı “Simon Says” isimli taslak herkesin ilgisini çeker, ve onay alır. Aslında senaryo Brandon Lee için düşünülmüştür, Warner Bros ise senaryonun haklarını olası bir Lethal Weapon 4 (Cehennem Silahı 4) için satın almıştır ve akıllarında Riggs ve Murtaugh ikilisinin New York sokaklarında, Simon kod adlı teröristin bulmacalarını çözerek insanları kurtarmaya uğraşacakları bir film vardır.

Tüm bu plan, Die Hard 3 için bozulur (iyi ki de bozulur, yoksa Jet Li olmayan bir Lethal Weapon izleyebilirdik) ve John McClane karakterine eşlik edecek Zeus Carver (Samuel L. Jackson) senaryoya dahil olur. Aslında senaryonun ilk halinde Zeus yerine kadın bir karakter vardır, lakin bu konuda Riggs ve Murtaugh arasındaki “bromance” olgusunun çekiciliğini fark eden prodüktörler, benzer bir dırdır böceği ikili yaratmak için karakteri erkek olarak değiştirirler.

Die Hard 3 diğer filmlerin klostrofobik, kapalı mekanlarda geçen karakterinden uzak bir yapıdadır. McClane’in neredeyse şikayet etmekten hiç vazgeçmeyen, doğrucu Davut misali takılan Zeus Carver isimli zoraki partneri ile şehrin altını üstüne getirirken, McTiernan’ın deneyimli ellerinde aksiyon ve şiddet fırtınasının diğer filmlerden hayli farklı bir hali vardır.

Sonuç olarak;

Aksiyon filmlerinin feminen ve maskülen standartlara gerçekçi yaklaşımlarda bulundukları için övüldüğü durumlar çok, ama çok nadirdir. Hele ki 80'ler sinemasının erkekleri kas yoğunluğu, kadını göğüs ve kalça üzerinden değerlendirmeye meyilli bakış açısında bir aksiyon filminin bu klişeleri yok sayarcasına, kendi klişelerini yaratması hala takdire şayan bir tavırdır. Her ne kadar sonucunda kendi içinde bir klişeler yumağına dönüşse de, Die Hard serisi, özellikle ilk 3 filmi ile, aksiyon sineması tarihinde haklı bir yer edinmiştir.