Hayatınızın zorlu zamanlarında seçimlerinizi korkunuz mu, yoksa umutlarınız mı belirler? Frank Darabont’un 2007 yılında bize The Mist ile sorgulattığı budur. Aslında Stephen King’in aynı adlı kısa romanı ile tanıştığım hikaye, Darabont’un ellerinde daha karanlık ve grotesk bir anlatımla sunulur. Belki de tanrının en başarısız projelerinden biriymiş gibi değerlendirir insanlığı. Doğamızda var olan karanlık hislerin derinliklerini keşfetmek için ideal ortamı sağlarken, korku ile çaresizliğin, us ve umutların önüne geçmesinin ne kadar kolay olabildiğini, bu olunca da insanların nasıl vahşileşebildiğini anlatan, üstü kapalı gibi görünse de gayet şeffaf bir örtü altından sosyopolitik alegoriyi bize işlemekten de geri kalmaz.
Lord of the Flies ve Dawn of the Dead gibi birçok örnekte sinema sanatı, insanın özünde nasıl bir canavar olduğunu defalarca anlatmıştır elbette, lakin çok az örnek Darabont’un The Mist filmindeki nalına mıhına bir açıksözlülükle (hatta patavatsızlıkla) anlatmıştır. Zaten Darabont bile bu durumu, filmi yazarken pek iyi bir halet-i ruhiyede olmadığını söyleyerek onaylar gibidir.
Sinemada bazı eserler, yönetmenlerin saplantılı bir takıntıya kapılması ile ortaya çıkıyorsa, The Mist bu duruma oldukça etkili örnek teşkil eder. Darabont daha önce de Stephen King uyarlamaları yapmıştır. The Shawshank Redemption ve The Green Mile ile bizlere bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu ispatladığından hala şüphesi olan varsa da, kendisi için üzüldüğümü söyleyebilirim. Nitekim Darabont, The Mist için on yıldan fazla bir süre çalışmıştır ve filmin çekimlerine gelinen dönemde yaşadığı Amerika, Bush döneminin çekişme ve nefret söylemleri ile dolu siyasi çalkantıları içindedir, ekonomik bir buhrana az kalmıştır ve kendisi bu dünyaya çok kızgındır. Sonuç, eski sinemada Harryhausen döneminin mekanik yaratıklarından esinlenen, son sahnesindeki pişmanlık ve öfke dolu bir haykırışa bizi sindire sindire hazırlayan, B-rated korku filmlerinden ögeleri bir klasik edasıyla sunan bir filmdir. Hatta bu filmin eski dönemlere saygı duruşu niteliğinde hazırlanmış bir siyah-beyaz versiyonu vardır ki, biraz sinema ile ilgiliyseniz filmi bu versiyonu ile de izlemenizi tavsiye ederim.
Darabont film boyunca bir arkeologun tarihi kalıntıyı eşelemesi hassaslığıyla insanın içgüdüsel yanlarını kazır, hatta öyle derine iner ki, yıllarca izleyicilerine unutamayacakları bir son ile kazı alanını terk eder. Bana katılmayanlar da olacaktır elbet, ama bugüne dek izlediğim filmlerdeki hiçbir çığlık, The Mist filmindeki kadar içime işlememiş olabilir. Önceki Stephen King uyarlamalarının aksine Darabont, senaryoda yazarın da onayıyla bazı değişikliklere gitmiştir, ve bu serbestiyi hak ettiği önceki yapımların elde ettiği başarı ile doğal bir hak gibidir. Diğer uyarlamalar, kötülüğe karşı iyiliğin her zaman daha özenle sunulduğu yapımlarken, The Mist bize iyi ve kötü fark etmeksizin, korkunun hepimizi kaotik bir çılgınlığa sürükleyebileceğini hatırlatır. Bunu yaparken de asla çekinmez, duraksamaz.
The Mist filmini izlemediyseniz, filmin hikayesine değineceğim buradan sonraki bölümlerde spoilerlar olduğunu belirtmem gerekir, yine de bu spoilerları seyir zevkinizi bozmayacak seviyede bırakmaya gayret edeceğim. Özetle The Mist, David Drayton, oğlu Billy ve yaşadığı Brighton, Maine kasabasının çeşitli fertlerinin bir fırtına sonrasında basan sis, ve açıklanamayan olayların başlamasıyla kasabanın marketine sığınmaları ile başlar. Sığınan insanların karakterlerine dikkat etmezsek, markete sığınma fikri çok iyi gibi görünebilir, herkese yeteecek kadar erzağın olduğu, geniş ve korunaklı bir alan olarak tahayyül ettiğimiz bu alan, karakterleri tanımaya başladıkça bu ortamın aslında nasıl bir felakete sahne olacağını içten içe hissetmeye başlarız.
Sisin içindeki yaratıkların ortaya çıkmasına neyin sebep olduğu ne Stephen King’in öyküsünde, ne de Darabont’un anlatımında net bir şekilde anlatılmaz. Project Arrowhead isimli bir askeri deneyden bahsedilir, lakin detaylar belli değildir. Aslına bakarsanız, Darabont’un senaryosunda askeri deneyin iki boyut arasında bir geçit bulduğu ve fırtınada düşen bir yıldırım nedeniyle bu geçidin kontrolden çıkmasıyla, diğer boyuttaki canavarları bir sis ile beraber kasabaya akın etmesini anlatan bir bölüm vardır, lakin bu sahne hiç çekilmemiştir.
Filmde en etkili, ve belki de en nefret edilen karakteri Bayan Carmody, kasabanın bağnaz, felaket tellalı ve her şeyi dine dayandıran, öfke ve kin dolu bir kişiliktir. Bağnazlığın en belirgin yansımaları olan öfkesini kontrol edememe, ve şiddete içten içe meyilli tavırları sayesinde sıradan bir günde kasabanın delisi gibi davranılan bu karakter, The Mist’in felaket anlarında nasıl da bir tarikat lideri olabileceğini ve insanları bir çocuğu kurban etmeye ikna edecek kadar etkili ve güçlü olabileceğini göreceğimiz bir deccale dönüşüverir. Gerçek hayatta da aslında durum pek farklı değildir. Maddi konularda dolandırıcılık yapan da, psikoloıji hakkındaki sıfır bilgisiyle yaşam koçluğuna soyunan da, sürekli olarak din veya vatan elden gidiyor diyerek insanları kışkırtan da, yıllarca özgürlükler sınırlıydı diyerek insanları protestolara çıkarıp en ufak eleştiride cancel kültürünü uygulayan woke akım da tıpkı üyelerini toplu intihara sürükleyen sapkın tarikat liderleri ile benzer tavırlar içindedirler. Korkularınız, yoksunluklarınız, endişeleriniz ve problemlerinize çözüm sunacak gibi görünürler, ve siz çözüme yürüdüğünüzü zannederken, tamamı ile onların kontrolünde birer kuklaya dönmüş olursunuz.
Bayan Carmody tarikatı kuracak güce erişince, takipçilerini felaketin sona ermesi için insanların kurban edilmesi olduğuna ikna ettiğinde bir zamanlar sığınak olarak gördüğünüz marketin, belki de sizi dışarıda bekleyen ölümden daha korkunç bir yer olduğu ile yüzleşmeniz uzun sürmez. Zaten Bayan Carmody sonunda çocuk kahramanımız Billy’nin kurban edilmesi gerektiğini dillendirmeye başladığında, tıpkı filmin ana karakteri David gibi siz de marketten çıkmak ister hale gelirsiniz. İşte tam da bu hislerle David ve oğlu, onlara katılanlarla beraber kendilerini ölümün kesin, zamanının bilinmez olduğu bir sisin içine kendilerini atarlar.
Çeşitli badireler atlatan David ilk önce oğluyla markete giderken evde bıraktığı eşini evde feci bir şekilde ölmüş halde bulur, ve arabadaki grup benzinleri bitene kadar devam etmeye karar verirler. Bu ümitsiz ve sonu belli olmayan bir yolculuktur, çünkü sisten gelen yaratıklar yakaladıkları insanları parçalamak ve öldürmekten daha beter bir halde, kuluçka için birer araç olarak da kullanmaktan geri kalmamaktadır. Tüm bu ümitsizlik içinde, bilinmezliği betimleyen sisin içinde yollarına devam ederler, benzin bittiğinde ise ellerindeki tek silahta bulunan kurşunlarla hayatlarına son verecekleri kararını vermişlerdir. Markette kalanların kurban vermesinin çarpık bir yansıması gibi, çaresizlik içinde kendilerini korkularına kurban etmeyi tercih ederler. Burada Bayan Carmody’nin insanları kurban vermeye ikna etmesi kadar, insanların da içten içe buna eğilimlerinin olması da usulca bize sunulan ikilemlerden birisi gibidir.
Sonunca benzinleri biter, lakin sorun yeterince merminin olmamasıdır. Bir mermi eksiktir ve David’e bir kadın, bir yaşlı ve bir çocuktan oluşan ekipteki herkesi infaz etme görevi düşer. Sonrası ise yıllarca aklınızdan silinmeyecek bir sondur. Ve bundan sonrası için yazıyı daha fazla detaylandırmamak pahasına spoiler vermemem gerekiyor.
Aslına bakarsanız, filmin orjinal hikayesinde Stephen King, bu derece karanlık bir sonla bizi karşı karşıya bırakmamıştır. Orjinalinde David ve grubu benzinleri birmeden önce bir yerde mola verirler, o esnada David radyo kanallarında arama yaparken, yakınlarda bir yerde güvenli bir alan olduğu mesajını duyar. Ve hikaye tamamen çözülmemiş bir durumda biter. Bu sert değişime rağmen Stephen King, The Mist filminin sonunu oldukça sevdiğini söylemiş, “şimdiye kadar görmüş olduğum en şok edici son” olarak nitelendirmiş, hatta bu şekilde bitirmiş olmayı dilediğini de belirtmiştir.
Benzer sonların bir daha yapılmamasına yol açacak kadar sert bir sonla Darabont, izleyiciyi midesine yumruk yemiş gibi bırakmayı, daha büyük bir bütçeyi reddetme pahasına tercih etmiştir. Sanki Esaretin Bedeli filminde umudun değeri ile ilgili sunumunun tam tersi olarak, insan ırkının hayatta kalma güdüsü üstünden umut kaybolduğunda nasıl bir kaosa sürüklenebileceğini anlatır. Sağduyu yerini korku ve paniğin etkisi olan kaotik bir ruh haline bıraktığında, aklın bir kenara atılıp, canavara dönebilecek insanoğlunun bir tahayyülüdür sanki The Mist.
Filmin benim adıma bir değeri de, filmdeki karakterler üstünden panik ve endişenin hakim olduğu dönemleri okuma olasılığını sunmasıdır. Günümüzün pandemi, ekonomik krizler, savaşlarla bezeli gündeminde sosyal medyada binlerce Bayan Carmody yankı odalarında kitleleri korku ve öfkeyle beslemekte, doğruyu arayanlar arasında David Drayton’lar bu kaos ortamında iyilik için uğraştıklarını iddia ederken en canavarca eylemlere önverebilmekte. Kime bakarsanız bakın, herkes bu ortamda en iyiyi bildiğinden emindir, ancak kimse (tekrar ediyorum kimse) ne gerçeği, ne de doğru çözümü bilmemektedir. Filmdeki sisin kendisi bir alegoridir aslında, gerçekliğe sızan ve onu görünmez kılan, akıl sağlığını bir pencere kadar kolay buğulayan, şekilsiz, ne kendisi, ne de kaynağı bilinmeyen bir kıyamet alametidir. İnsanın bilinmeyen, ve bilinemeyecek olandan korkusudur. King ve Darabont’un anlatılarını ele alacak olursak, sis, Lovecraft eserlerindeki canavarları ve faciaları beraberinde getirir. Tıpkı dönemin bize getirdiği, terör eylemleri, ekonomik çöküşleri, sağlık ve emeklilik sistemlerinin yerle yeksan olması, savaşların kapımızın dibine dayanması, mülteci krizinin sosyal yapıya verdiği tahribatı bu canavarlar üzerinden anlatır. Tek başlarına nasıl bir kaos sunacağı bile bilinmeyen bu canavarların, uzun vadede hayatımızı ne kadar etkileyeceği korkusuyla karşı karşıya kaldığımız gibi, filmde de sis bizi belirsizliğin ve herşeyi kaybetme korkusunun soktuğu kaosla yüzleştirir. Bizim de bir insan olarak, aslında bu tür kaotik ortamlarda nasıl canavarlara dönüşebileceğimizi anlatır.
The Mist, Stephen King’in Skeleton Crew kısa öykü koleksiyonunun bir parçası olarak yayınlanmıştır ve aslında tam uzunlukta bir roman değildir. Yani filme dönmesinde Darabont’un etki edebileceği çok daha fazla bir alan bırakmıştır. Bu nedenle Frank Darabont’un sinema dilini açıklaması açısından diğer filmlerine göre daha önemli bir izleme seçeneğidir. Yönetmeni bilmeseniz bile The Walking Dead dizisinin 1. sezonunun bu denli tutmasında bile aklınıza gelmesini sağlayacak detaylar görebilirsiniz. Ve evet, Frank Darabont dizinin ilk sezon yönetmenidir.
Filmin sonu kadar nefret öğesi olan diğer unsur Marcia Gay Harden tarafından canlandırılan, Bayan Carmody karakteridir. Dışarıdaki canavarlar kadar, belki de onlardan daha tehlikeli bir korku ögesine dönüşen din fanatiği bir kadındır Bayan Carmody. Sis ve canavarların Kıyamet Gününün başlangıcı olduğuna inanan, Tanrının kefaret olarak kan istediğini söyleyen, ilk başta dikkate alınmayan ama “gece canavarların kurban almak için geleceklerini” söylediğinde haklı çıkınca, bir anda cemaati (!) oluşan bir kadındır. İşin ilginç olan kısmı ise, Bayan Carmody’nin her ne kadar kana susamış bir fanatik olsa da, teknik yönden tahminlerinin çoğunda haklı çıkmasıdır.
İşte The Mist filminde en etkili anlatımlardan birisi budur. İster Nostradamus, ister sosyal medyada neptün pörtlemesi dönemi gibi saçmalıklarla kendini astrolog, şifacı ve benzeri terimlerle yaftalayan safsata yayıcılar olsun, hepsi de tahminlerde bulunur, öyle çok tahminde bulunurlar ki, birkaç tanesi tuttuğu zaman, onlarca tutmayan tahminlerini kimse hatırlamaz bile. Nostradamus savunacaklar varsa, onun kehanetleri olarak bugün size sunulanların aslında bir metinde değil, yıllar içinde birbirinden alakasız birçok yazısında manasız söylemler olduklarını, sonradan bir şekilde bir araya getirildiğini filan araştırsınlar. Astrologları savunanlara da hayatta kolaylıklar dilerim, din yerine bağnazlıklarını diledikleri alanda yaşama özgürlüklerine saygım sonsuz olsa da, bu onların bağnazlıklarını doğru kılmamakta.
Sonuç olarak The Mist bize her izlediğimizde şu soruyu tekrar soruyor ve sormaya devam edecek.
“Hayatınızın zorlu zamanlarında seçimlerinizi korkunuz mu, yoksa umutlarınız mı belirler?”